19 Nisan 2014 Cumartesi

BİR TESELLİ VER


BİR TESELLİ VER

Bu hayatta cevabı bilinmeyen sorular var. Yaşlılar der ya; ‘’ yaşadıkça öğreneceksin’’ diye, yaşaya yaşaya cevabını alamayacağın sorular bunlar. En yakın arkadaşına anlatsan ‘’biliyor musun…’’  diye başlayan cümlesi aslında senin yaşayarak öğrenmiş olduğun en acı gerçek olacak; yaşam koçuna sorsan ‘’ben yalnızca bir insanım’’ diyecek; psikiyatriste sorsan ilaç yazacak.
 ‘’Neden ben?’’ sorusunun yanıtını arayarak geçecekse ömrün, bu ömrü boşu boşuna yaşayacaksın, bilesin.

Eğer kaderin düzeltebileceği bir güç olsaydı inan bana her yanlışlık düzelirdi çünkü ne Tanrı psikopatın teki ne de sen, üvey evlatsın. Sadece hayat, sandığından biraz daha acımasız.
İçine su serpecek mi bilmem ama herkes algısı kadar yaşıyor. Yani senin uzaktan beri bakıp da ‘’aman da ne güzel!’’ dediğin hayatlar, güzel yaşayacak bir insan olmadığı için çiçek açamıyor.

Özlediğine gitmezsen ‘’hasret’’ olarak kalıyor, sevdiğin seni sevmezse aşkın bir platonik hikâye, fazla özenli olursan insanlar hep duyarsız, iyiliklerinin karşılığını beklersen insanlar hep riyakâr. Sukutun altın olduğu bir memlekette ‘’içim kan ağlıyor!’’ diye bağırmak ne çare.
İçine serpilecek su, Orhan Baba’nın bile kanırta kanırta söylediği ‘’bir teselli ver!’’ şarkısındaki gibi olacaksa  bil ki, sana verilecek cevap yok aslında. O yüzden aramayı bırak, yaşamana bak.

 Hayat öyle eller havaya modunda, ağzın kulaklarında, mutluluktan kör olacağın noktada filan değil; hayat donma noktasında aslında. Onu oradan yükseltecek olan da sensin; düşürüp o şekilde donup kalmasına sebep olacak olan da. Eğer bir hayatsa yaşamak istediğin, en güzelinden, zengin olmayı beklemeyeceksin bir kere, gözlerine baktığında şükredeceğin bir eş gibi ütopik hayallerden de geç bir kalemde; insanların seni karşılıksız seveceği bir dünya bulursan da bana da haber ver ne olur, numaram aşağıda yazıyor olacak. Çok rahat bir iş, kariyer ve çocuğun aynı anda olması, sağlık sorunlarının seni hiç üzmeyeceği, anne ve babanın çok iyi anlaşacağı bir hayat; küçükkendi onlar, çizgi film izlerken vardı, artık yoook, geçti, uyandın mı?

O zaman günaydın tatlım, güneş bugün biraz daha yakıyor öyle değil mi? Ee hayat...

10 Nisan 2014 Perşembe

ALTIN KAFESTEKİ MUHABBET KUŞU

ALTIN KAFESTEKİ MUHABBET KUŞU

Bir muhabbet kuşu alırsın. Küçük al ki konuşmayı öğrensin derler. Alırsın, yavrudur daha.
Rahat etsin diye kocaman bir kafes verirsin ona; bembeyaz, şato gibi bir şeydir kafes. Bazen sen bile bakarak o kafese, hayaller kurarsın, ''oohh, ne rahat!'' dersin.
Yem alırsın doğal olarak, kolay yesin diye kabuksuz yem alırsın ama, daha pahalısından.
Suyunu yenilersin sürekli, ''aman susuz kalmasın; olur mu, sen susuz yaşayabilir misin, olmaz...''
Canı sıkılmasın diye oyuncaklar alırsın ona: zilli toplar, salıncaklar, aynalar...
Ağzı tatlansın diye ballı çubuklardan asarsın kafesine, hem daha güzel ötermiş, bülbül sanki, keyiflenince konuşurmuş bile! Şeker yiyeyn kim keyiflenmez ki, bana bir kalıp bitter çikolata versinler, at gibi kişnerim bile...
Aaa, bir de gaga taşı; tırnaklarını, gagasını törpülemesi gerekiyor. Gaga taşı almalısın, en azından as kafesine, severse o kullanır zaten.
Muhabbet kuşu aldın, o bilmez dışarda nasıl yaşanacağını ve sen onu seversen öter, ele gelir, konuşur bile; salarsın, omzuna konar, öpücük verirsin, bıyıklarına rağmen, son yediğine rağmen öper seni; saçının diplerini okşar gagasıyla, müptela olur senin ona bakışına, gitmez başkasına; bilmez ki başkasını sevmeyi...
Ve bir süre sonra öyle bir hale gelir ki camı açsan bile çıkmaz dışarı; onun için en güzel yer senin avuçlarının içidir, senin sesinin tınısıdır, senin güzel yüzün, gözlerinin içidir.
...
Bir kıza aşık olursun. Küçücüktür, şimdiye kadar hiç sevmemiştir; şimdiye kadar hiç bu kadar sevilmemiştir:
Yatakta sırtını dönse bile sarılırsın ona, kolların belini sarmaktan hiç vazgeçmez.
Hiç beklemediği anda kaçamak bir öpücük kondurursun, şşş kimse görmesin, ufak bir kıkırdama ama mutluluğu tarifsiz...
Salonunda hazırladığın şık bir sofrada, hafif karartılmış bir odada ruhuna işleyen Bülent Ortaçgil sesiyle keyifli keyifli sohbet edersin. Onun minik ve beyaz ellerinden tutarak, pamuk bedenini tutarak dansa kaldırırsın. Muhabbet kuşun ya, boynuyla omzu arasına konarsın öpücüklerinle...
Bazen hastalanır, bu dünya hep böyle gitmez ya: yatırırsın onu güzelce, yemekler yapar, ellerinle yedirirsin. Boğazı çok şişmiş, yutamaz diye ilaçlarını suya damlatır içirirsin.Ne kadar şefkatlisin; karnı ağrısa avuçlarının içine alırsın karnını; şefkatinden mi sıcaklığından mı bilinmez ama ne ağrı kalır, ne sızı...
Öyle sevilir ki o yürek, minik bir kız çocuğu değildir artık; asi, gürültücü, anlamsız, sinirli değildir.
Şevgi dolu bir yürek artık onundur, gülümseyişin onun için cennet bahçesi, susuşun hiç bir zaman kötü değil, sana sokulmak için bir fırsat, dudaklarına değmek için bir sebep, seni seyrederek huzura ermek için bir bahane...
...
Muhabbet kuşunu salamazsın o saatten sonra, bırakamazsın onu dışarda yaşasın diye. Yağmurdan, ağzına layık yemlerden, senin onu naif gören ''şirin''lerden, ''aşkım''lardan mahrum edemezsin onu, ölür, yaşar dediğin bile 5 ay yaşadı, korkarım çok da kötü bir 5 aydı onun için...
...
Şimdi o kız çocuğunu sevmekten vazgeçemezsin; gülüşünün sıcaklığını, dokunuşların sihrini öğrettikten sonra kalbinin en derinini vermekten vazgeçemezsin. Artık olmaz, bilmez ki, yağmuru fırtınayı, şefkatsiz, merhametsiz bir dünyada yaşamayı!
...

Küçük bir kız çocuğu seveceksen ya da bir muhabbet kuşu alacaksan, ne pencereyi açıp aptallığı yüzünden çıkmasına izin vereceksin ne de onu terkedeceksin, olmaz!

9 Nisan 2014 Çarşamba

ÖNÜNE BAKIP YAN YAN YÜRÜMEK

ÖNÜNE BAKIP YAN YAN YÜRÜMEK

Yengeç kadını olmak zor zanaat, hem artistik debriyajların olacak,  hem de kalbinin davullu zurnalı eğlencesine ses etmeyeceksin...
Sana ''ayy her şeye de ağlıyor'' demesinler diye göz pınarlarının ucunda duran yaşları her içinden geldiği zaman akıtmayacaksın mesela.
Yengeç kadınıysan zarif olacaksın, duyguların yüzündeki mimiklere hükmetmeyecek, sen onlara hükmedeceksin. Atamızın da dediği gibi asilliğin, akan kanda gizli olduğunu bileceksin.
 Gizli, çünkü bir yengeçsen sen, erkek ya da kadın ol kendini istemediğin zamanlarda saklayacaksın. Sadece kendini mi; ruhunu, bakışlarını, hissettiklerini. ..'' Görünmez adam'' filmi vardı ya, ben bir yengeç kadını olarak istediğim zamanlarda görünmez adam da olabiliyorum mesela. Bir yengeç kadını olarak büyücü müyüm acaba?
Büyücü filan değilim; aklım çıkar yanlış bir iş yapmaktan, hak yemekten, haksızlık etmekten, günah işlemekten, başkasını üzecek işler yapmaktan!
Yıllardır dinleriz ya: duygusaldır yengeçler, romantiktir. Yıllardır dedim ki '' aa hiç yengecin özelliklerini taşımıyorum''. Meğer kavramlar yanlış anlaşılıyormuş. Erkek arkadaşıma atkı örüp boyunu kendi boyumda saçaklarını ellerimin boyunda yaptığım zaman anladım; ilk içtiğim şarabın şişesinden şamdan yaptığımda; anneme anneler gününde yastığının yanına onu ağlatacak bir mektup bıraktığımda anladım. Yengeç ya da kadın, yok yok, yengeç kadını; duyarlıdır, hassastır, her şeyin farkındadır, karşısında duran insanın gözlerine baktığında yüreğini görür.
 İmkânı olsa elinde gül yaprakları olan bir sepetle dolaşır ve gül serper sevdiklerinin yoluna. Sihirli bir değneği olsa insan, canlı ayırmaksızın herkes nasibini alır o değneğin mucizelerinden. Bazen bir şeyi çok tekrar etmesinin sebebi budur aslında: ''burada güzel bir şey var sakın kaçırma olur mu?''.
Yengeç kadını demek saçma sapan bir dizide bile anne oğluna sarıldığında duygulanmak demektir, ana haberdeki haksızlıkları izlerken içinin ezilmesi demektir. Tartışma programlarında gazetecilerin heybetli sohbetlerinde gaza gelip heyecanlanması demektir. Büyükleri özellikle farklı şeyleri anlatanları hayranlıkla dinlemektir. Pamuk teyzeler hoşlanır diye ellerinden öpmek, ilk defa misafir gittiği bir evde mutfağa girip su isteyen misafire su getirmek, kolları sıvayıp bulaşık yıkamak demektir.
Yengeç kadını hastalıktan bir şey yapamayacak hale geldiyse '' hastayım'' der. Ya biri zamanından fedakarlık edip ona zaman harcarsa, hii aklı çıkar!
Kırk yamayı icat eden de bence yengeç kadınıdır çünkü bulup buluşturmak, uydurmak ve onları yakıştırmak yengeç kadınının harcıdır. Çünkü yengeç kadını kendini güvende hissetmek ister. Çocukluğunda bile ihtiyacı yoksa bayramlık almamıştır mesela.
Hiç sevmediği bir şeyi tövbe giymez, yemez de ama bakın yengeç kadınlarının ellerine; mutlaka bir ''ben'' görürsünüz. Ee ne demişler; elinde beni olanın yemekleri leziz olur.
Eli hem lezizdir, hem bereketli çünkü yengeç kadını büyük ve kalabalık sofra sever. Tüm sevdikleriyle en kalabalık sofralarda olmalıdır mutlaka. En kalabalık menü, en kalabalık sohbet, en kalabalık kahkaha.
O zaman ilk söylememiz gerekeni son söylemiş olalım: Yengeç kadını '' aile'' dir aslında.
Aile dediğin anne, baba, kardeştir belki sizin gözünüzde ama bir yengeç kadını için annesi, babası, kardeşi, eşi, tüm bunlardan önce çocuğu, dostları, komşuları, marketteki çırağı, her gün bindiği minibüsün şoförü, odasını temizleyen, çayını getiren çaycı ablası,
askermişçesine sevdiği milleti, vatanı, yurdu. Kalp deyip geçmeyin; bir yengeç kadının kalbi dünyaların sınırsız sevgisini içinde taşıyacak bir anne kucağı kadar büyüktür.
Bir yengeç kadının tarifi annenin tarifidir aslında ve ailesine zarar vermeyecek herkesi çok sever öyle sever ki gözünün gördüğüne inanamazsın!


5 Nisan 2014 Cumartesi

BİR ''YANGIN YERİ'' HİKAYESİ







BİR “KÜLHANBEYİ MÜZİKALİ”
Dün akşam Yunus Emre Kültür Merkezinde Külhanbeyi Müzikali oyunundaydım.
 Osmanlı İmparatorluğunun son demleri. II. Abdülhamit sarayda; yani yangın derinde… Gelişime ve ilerlemeye kapalı istibdat döneminin toplum üzerindeki baskısının şiddetle hissedildiği bir dönem…
Çürümüş devlet zihniyetinin bugün gibi gerçek olması sizi çok üzecek bir olay iken, eğlenceli anlatımı, oyunculukları, müzikleriyle ve danslarıyla göz pınarınızın köşesinde duran damlayı durdurmayı başarıyor(kalbiniz acımaktan vaz geçer mi bilmem, benim ki geçmedi...).
Bazı etkinliklerde hissederseniz bunu, geçen haftada sokak tiyatrosu festivalinde hissettiğim gibi, aslında anlatılan eski döneme ait olaylardır, sözler onlarca yıl öncesinin sözleridir, atıf yoktur, ima yoktur. Ancak siz yine de ''bak, eskiden de böyleymiş'' demezsiniz. Sanki bugünü yaşıyormuşcasına ''evet ya, tam olarak yaşadığımız bu'' dersiniz, sanki bir atıf ya da ima varmış gibi. Tiyatronun gizemi tam olarak da burada sanırım, koltuğunda gevşek gevşek oturanların oyun sonunda görülmeyen bir sopayla dürtülmesi gibi garip bir rahatsızlık hissedersiniz, derinlerden gelen...
Oyunu izlerken, şimdi ne olacak merakıyla hep yeni sahneyi merak edeceksiniz, oyuncularımızı seyrederken ''yahu bir oyuncunun her şeyi mi güzel olur: oyunculuğu, inandırıcılığı, sesi, dansı... '' diyeceksiniz; orkestra için ''aslında onlar da oyuncu, bak enstrümanlarıyla görünmeyen perdenin arkasından nasıl da oyunla uyumlular'' diye aklınızdan geçireceksiniz; oyun içindeki güzel sürprizler için yönetmeni tekrar tekrar tebrik edeceksiniz...
İtiraf etmek gerekirse ''yangın yeri'' olan yüreklerimize su serpmiyor bu oyun, yüreğinizi daha çok yakmak için, bizlere yazılmış her repliği dinlemeli, her şarkıya dahil olmalıyız. Bu yüzden Yunus Emre Kültür Merkezinde ''Külhanbeyi Müzikali''ni izlemek için sıralarımıza oturmalıyız. Bu hayatta uzun bir süre ilkokul, okumayı yeni öğrenmiş öğrenci gibi koltuklarımızda kalacağız madem, sanatçılarımızdan öğreneceğimiz daha çok şey var. İyi seyirler.
...
Buraya kadar anlattıklarımdan sonra sizinle şu anımı da paylaşmalıyım:
Yıl 1993, ben 12 yaşında bir kız çocuğu, tiyatro kursuna başlamışım, tutkulu değil ama heyecanlıyım. Kursumuzda iki tane gencimiz var, ikisi de Mimar Sinan Tiyatro bölümü için hazırlanıyor, kız olan benim rol modelim, adı Defne. Tüm tiradlarını ezbere biliyorum, tiradların kitaplarını aldım o yazarları okuyorum, tiradları evde aynı Defne'nin yaptığı gibi canlandırmaya çalışıyorum, dedim ya heyecanlıyım çocuk kalbimle...
Yıl 2014, ben 32 yaşında bir kadınım, rehber öğretmenim, bir öğretmen arkadaşım ve öğrencileriyle tiyatroya gidiyoruz. Sahnede Deli Behiye, tulumbacılar arasındaki tek kadın olduğu için Behiye (ve aynı sebepten dolayı deli): benim yıllar öncesinde, 20 yıl kadar önce, yine seyrettiğim, çığlık kıyamet alkışladığım Defne, Defne Şener Günay. Beni çok net hatırlamamasına rağmen bana sımsıkı sarılmasıyla, o günlerimin ne kadar güzel günler olduğunu bir kere daha hatırladım. Benim gözlerimin içi gülüyordu evet çünkü ben zaten ona dair çok güzel şeyler hatırlıyordum.Ama onun da gözlerinin içi gülerek, sıcacık sesiyle ''iyi ki geldin'' demesi uzun bir süre yüzümdeki gülümsemeyi durdurmayacak sanırım...