5 Nisan 2014 Cumartesi

BİR ''YANGIN YERİ'' HİKAYESİ







BİR “KÜLHANBEYİ MÜZİKALİ”
Dün akşam Yunus Emre Kültür Merkezinde Külhanbeyi Müzikali oyunundaydım.
 Osmanlı İmparatorluğunun son demleri. II. Abdülhamit sarayda; yani yangın derinde… Gelişime ve ilerlemeye kapalı istibdat döneminin toplum üzerindeki baskısının şiddetle hissedildiği bir dönem…
Çürümüş devlet zihniyetinin bugün gibi gerçek olması sizi çok üzecek bir olay iken, eğlenceli anlatımı, oyunculukları, müzikleriyle ve danslarıyla göz pınarınızın köşesinde duran damlayı durdurmayı başarıyor(kalbiniz acımaktan vaz geçer mi bilmem, benim ki geçmedi...).
Bazı etkinliklerde hissederseniz bunu, geçen haftada sokak tiyatrosu festivalinde hissettiğim gibi, aslında anlatılan eski döneme ait olaylardır, sözler onlarca yıl öncesinin sözleridir, atıf yoktur, ima yoktur. Ancak siz yine de ''bak, eskiden de böyleymiş'' demezsiniz. Sanki bugünü yaşıyormuşcasına ''evet ya, tam olarak yaşadığımız bu'' dersiniz, sanki bir atıf ya da ima varmış gibi. Tiyatronun gizemi tam olarak da burada sanırım, koltuğunda gevşek gevşek oturanların oyun sonunda görülmeyen bir sopayla dürtülmesi gibi garip bir rahatsızlık hissedersiniz, derinlerden gelen...
Oyunu izlerken, şimdi ne olacak merakıyla hep yeni sahneyi merak edeceksiniz, oyuncularımızı seyrederken ''yahu bir oyuncunun her şeyi mi güzel olur: oyunculuğu, inandırıcılığı, sesi, dansı... '' diyeceksiniz; orkestra için ''aslında onlar da oyuncu, bak enstrümanlarıyla görünmeyen perdenin arkasından nasıl da oyunla uyumlular'' diye aklınızdan geçireceksiniz; oyun içindeki güzel sürprizler için yönetmeni tekrar tekrar tebrik edeceksiniz...
İtiraf etmek gerekirse ''yangın yeri'' olan yüreklerimize su serpmiyor bu oyun, yüreğinizi daha çok yakmak için, bizlere yazılmış her repliği dinlemeli, her şarkıya dahil olmalıyız. Bu yüzden Yunus Emre Kültür Merkezinde ''Külhanbeyi Müzikali''ni izlemek için sıralarımıza oturmalıyız. Bu hayatta uzun bir süre ilkokul, okumayı yeni öğrenmiş öğrenci gibi koltuklarımızda kalacağız madem, sanatçılarımızdan öğreneceğimiz daha çok şey var. İyi seyirler.
...
Buraya kadar anlattıklarımdan sonra sizinle şu anımı da paylaşmalıyım:
Yıl 1993, ben 12 yaşında bir kız çocuğu, tiyatro kursuna başlamışım, tutkulu değil ama heyecanlıyım. Kursumuzda iki tane gencimiz var, ikisi de Mimar Sinan Tiyatro bölümü için hazırlanıyor, kız olan benim rol modelim, adı Defne. Tüm tiradlarını ezbere biliyorum, tiradların kitaplarını aldım o yazarları okuyorum, tiradları evde aynı Defne'nin yaptığı gibi canlandırmaya çalışıyorum, dedim ya heyecanlıyım çocuk kalbimle...
Yıl 2014, ben 32 yaşında bir kadınım, rehber öğretmenim, bir öğretmen arkadaşım ve öğrencileriyle tiyatroya gidiyoruz. Sahnede Deli Behiye, tulumbacılar arasındaki tek kadın olduğu için Behiye (ve aynı sebepten dolayı deli): benim yıllar öncesinde, 20 yıl kadar önce, yine seyrettiğim, çığlık kıyamet alkışladığım Defne, Defne Şener Günay. Beni çok net hatırlamamasına rağmen bana sımsıkı sarılmasıyla, o günlerimin ne kadar güzel günler olduğunu bir kere daha hatırladım. Benim gözlerimin içi gülüyordu evet çünkü ben zaten ona dair çok güzel şeyler hatırlıyordum.Ama onun da gözlerinin içi gülerek, sıcacık sesiyle ''iyi ki geldin'' demesi uzun bir süre yüzümdeki gülümsemeyi durdurmayacak sanırım...



Hiç yorum yok:

Yorum Gönder