BİR “KÜLHANBEYİ MÜZİKALİ”
Dün akşam Yunus Emre Kültür Merkezinde
Külhanbeyi Müzikali oyunundaydım.
Osmanlı İmparatorluğunun son demleri. II.
Abdülhamit sarayda; yani yangın derinde… Gelişime ve ilerlemeye kapalı istibdat
döneminin toplum üzerindeki baskısının şiddetle hissedildiği bir dönem…
Çürümüş devlet zihniyetinin bugün gibi
gerçek olması sizi çok üzecek bir olay iken, eğlenceli anlatımı, oyunculukları,
müzikleriyle ve danslarıyla göz pınarınızın köşesinde duran damlayı durdurmayı
başarıyor(kalbiniz acımaktan vaz geçer mi bilmem, benim ki geçmedi...).
Bazı etkinliklerde hissederseniz bunu,
geçen haftada sokak tiyatrosu festivalinde hissettiğim gibi, aslında anlatılan
eski döneme ait olaylardır, sözler onlarca yıl öncesinin sözleridir, atıf
yoktur, ima yoktur. Ancak siz yine de ''bak, eskiden de böyleymiş'' demezsiniz.
Sanki bugünü yaşıyormuşcasına ''evet ya, tam olarak yaşadığımız bu'' dersiniz,
sanki bir atıf ya da ima varmış gibi. Tiyatronun gizemi tam olarak da burada
sanırım, koltuğunda gevşek gevşek oturanların oyun sonunda görülmeyen bir
sopayla dürtülmesi gibi garip bir rahatsızlık hissedersiniz, derinlerden
gelen...
Oyunu izlerken, şimdi ne olacak merakıyla
hep yeni sahneyi merak edeceksiniz, oyuncularımızı seyrederken ''yahu bir
oyuncunun her şeyi mi güzel olur: oyunculuğu, inandırıcılığı, sesi, dansı... ''
diyeceksiniz; orkestra için ''aslında onlar da oyuncu, bak enstrümanlarıyla
görünmeyen perdenin arkasından nasıl da oyunla uyumlular'' diye aklınızdan
geçireceksiniz; oyun içindeki güzel sürprizler için yönetmeni tekrar tekrar
tebrik edeceksiniz...
İtiraf etmek gerekirse ''yangın yeri''
olan yüreklerimize su serpmiyor bu oyun, yüreğinizi daha çok yakmak için,
bizlere yazılmış her repliği dinlemeli, her şarkıya dahil olmalıyız. Bu yüzden
Yunus Emre Kültür Merkezinde ''Külhanbeyi Müzikali''ni izlemek için
sıralarımıza oturmalıyız. Bu hayatta uzun bir süre ilkokul, okumayı yeni
öğrenmiş öğrenci gibi koltuklarımızda kalacağız madem, sanatçılarımızdan
öğreneceğimiz daha çok şey var. İyi seyirler.
...
Buraya kadar anlattıklarımdan sonra
sizinle şu anımı da paylaşmalıyım:
Yıl 1993, ben 12 yaşında bir kız çocuğu,
tiyatro kursuna başlamışım, tutkulu değil ama heyecanlıyım. Kursumuzda iki tane
gencimiz var, ikisi de Mimar Sinan Tiyatro bölümü için hazırlanıyor, kız olan
benim rol modelim, adı Defne. Tüm tiradlarını ezbere biliyorum, tiradların
kitaplarını aldım o yazarları okuyorum, tiradları evde aynı Defne'nin yaptığı
gibi canlandırmaya çalışıyorum, dedim ya heyecanlıyım çocuk kalbimle...
Yıl 2014, ben 32 yaşında bir kadınım,
rehber öğretmenim, bir öğretmen arkadaşım ve öğrencileriyle tiyatroya
gidiyoruz. Sahnede Deli Behiye, tulumbacılar arasındaki tek kadın olduğu için
Behiye (ve aynı sebepten dolayı deli): benim yıllar öncesinde, 20 yıl kadar
önce, yine seyrettiğim, çığlık kıyamet alkışladığım Defne, Defne Şener Günay.
Beni çok net hatırlamamasına rağmen bana sımsıkı sarılmasıyla, o günlerimin ne
kadar güzel günler olduğunu bir kere daha hatırladım. Benim gözlerimin içi
gülüyordu evet çünkü ben zaten ona dair çok güzel şeyler hatırlıyordum.Ama onun
da gözlerinin içi gülerek, sıcacık sesiyle ''iyi ki geldin'' demesi uzun bir
süre yüzümdeki gülümsemeyi durdurmayacak sanırım...
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder