Yaşamayı sık sık kafaya takıyorsak, herkesin söyleyecek sözü olduğunu biliyorsak, bir şey yapmalı diyorsak... Nereden başladığımızın bir önemi yok, önemli olan ARTIK BAŞLAMAK I .
9 Haziran 2015 Salı
4 Haziran 2015 Perşembe
Fesleğenlerdir kendini ona dokunmaktan alıkoyamadığın, onlar da bir hediye verir sana mitoslardaki melekler gibi; ömrüne ömür katacak gibi, mis bir koku saklarlar en görünen yerlerine...Peki hiç düşündünüz mü, ya bu senaryo böyle değilse?
FESLEĞENİ SEVMEK
Soğuk bir ilkbahar akşamı, köpeklerin yuva edindiği,
insanların da korkusuzca yürüdüğü yemyeşil bir parktaydım o gece.
“İlkbahar, en sevdiğim mevsimsin sen…” deyip çimeni, otu,
ağacı sevmeye gittim o gün.
Gözlerim hariç diğer tüm duyu organlarımı açıp dinleyecektim
çevremi . Tıkadığım kulaklarımı, kapattığım ağzımı açacak, ellerimi
serbest bırakacak, görmediğim halde dokunmaktan korkmayacaktım bu sefer…
Terapilerde, yogada, en kötü çocukken gittiğiniz tiyatro
çalışmalarında ufacık da olsa motivasyon çalışması yapılmıştır mutlaka size
de. Kimin sesi olursa olsun o ses, bu çalışmanın başında daha yumuşar ve kimse şimdiye kadar onun hakkına girmemiş, savaşlar onun dünyasında
olmuyormuş, evrendeki en sakin yerde
yaşıyormuşçasına, o kişi parmak uçlarında, bulutların üstünde yürüyormuş gibi sakin
sakin sunmaya başlar hayalini kurmanızı istediği şeyi :
Gözlerin kapalı,
Yavaş yavaş bulunduğun mekandan uzaklaştığını hissediyorsun,
Etrafında mis gibi çimen kokusu,
Uzaklardan bir yerden su sesi geliyor, sen de duy bu sesi,
Bak hava nasıl ılık esiyor…
Dışarıdaki en uzak sesi dinle,
Biraz daha yaklaş,
Etrafını dinle,
Vücuduna kulak ver,
Yavaşça tüm bedenini hissetmeye çalış;
Ayakkabının içindeki ayak parmaklarını,
Deminden beri yanında duran kollarını,
Bir karıncalanma hissediyorsun,
Ayaklarından başlıyor,
Dizlerinden yukarıya çıkıyor,
Her yerinin sıcaklığını hissediyorsun ve uyuşmuş gibi…
Burnundan nefes al ve şimdi yine burnundan o nefesi ver,
Kalbinin sesini duymaya çalış, onun ritmini dinle…
Sonra yavaş yavaş açtırırlar gözlerini ve neler hissettiğini
sorarlar. Ne hikayeler dinlersin o arada, ne filmler duyarsın da sen ben
inanamayız…
İşte böyle soğuk bir ilkbahar günü ben parkı dinliyorum
gözlerim kapalı… Parkın canlılığına dair ne bulduysam soluyarak içimde tutmak
istiyorum o yeniden dirilişi. Sonra bir kafenin merdivenlerine sırayla konmuş fesleğenleri
gördüm, ee mevsim, fesleğen mevsimi malum.
Yıllar öce vapurda limon sıkacağı satan abinin tasviri o günden beri kullandığım bir tasvirdir; limonun tepesinden vida gibi yerleştirilen sıkacak yaramaz bir çocuğun yanaklarını sıkar gibi limonun yanakları sıkılır ve sıkacağımız limonun tüm suyunu alır..."Yaramaz çocuğun başını okşayıp yanaklarını sıkar gibi" :) Fesleğenin de bu limon gibi yaramaz bir çocuk olduğunu varsayıp, başını okşayıp ellerimi burnuma götürerek mis kokusunu içime
çektim, her sefer olduğu gibi…
![]() |
seni severim fesleğen, bilirsin ;) |
Ama bu sefer bir yanlışlık varmış gibi geldi bana neden
bilmiyorum ama dedim kendi kendime "fesleğen de bu yaptığımdan hoşlanıyor mu
sahiden?" diye düşündüm (fazla mı parkın ruhuna nüfus etmeyi mesele yapmıştım acaba?).
Çocukların her biri başını okşamamızdan ya da yanağından makas almamızdan hoşlanmaz, belki fesleğenler de hoşlanmıyordur onların başını
okşayıp da kokularını zorla almamızdan? Her çocuğun ona sarılıp onu öpmemizden
hoşlanmadığı gibi fesleğenler de onların başını okşamamızdan hoşlanmıyorlardır
da söyleyemiyorlardır, anlatamıyorlardır kendilerini…
Hem o güzel kokusuu sadece kendine saklamak, kendi kendine
kokmak istiyordur belki. Öbür türlü olsa kokusunu diğer çiçekler gibi dışarıya
vermez miydi?
Bilmiyoruz dostlar, farklılıklara varım ben, kabul ediyorum
tüm başka renkleri desek bile örneğin bir bitkinin de sevilmemek gibi bir hakkı
olduğunu tahmin edemiyoruz.
İtiraf etmek gerekirse o günden beri o kadar rahat
okşayamıyorum fesleğenin başını, çocukların başını hoyratça karıştıramadığım
gibi, o mis kokuyu avuçlarımın içine saklayıp bitirene kadar koklayamıyorum
artık…
Nereden geldi ki bu düşünce aklıma... Ama tamamen onları koklamaktan da
alamıyorum kendimi. Çaktırmadan da olsa (kime çaktırmıyorsam J) alabildiğim kadar
yalancıktan dokunarak kaçırabildiğimi kaçırmaya çalışıyorum avuçlarıma… Neden bu kadar isteksiz diye düşünüyorum da
ne bileyim belki de nazındandır, olamaz mı, OLABİLİR…
29 Mayıs 2015 Cuma
ESKİ ŞEHİR
AH LE YAR YAR!
Geçtiğimiz günlerde Eskişehir' deydim. "Aaahhhh ahhh!" diyerek
başlamak istiyorum sözlerime.
Geldiğimden beri aileme "neden beni
şartlandırmadınız, illa şu üniversite olsun diye !" diyorum yazık annem de bu
hayıflanmalarımı ciddi oranda üstüne alındı ve ‘’biz bilmiyorduk ama
öğretmenleriniz de bilmiyordu’’ dedi masum masum. Vala onu bunu bilmem kaç yıl
geçmiş aradan ama ben bugün bile Eskişehir' de okumadığıma dertleniyorsam burada
haklı bir sebep vardır bence,
Ben bir gezgin değilim ama gezip gördüklerimi büyük bir zevkle
anlatacak sonra da konuyu sayın belediye başkanına bağlayacağım, bakın şimdi:
Yıllar önce bile "kesinlikle üniversiteyi kazanıp Eskişehir' de okumalısın orası tam bir öğrenci kenti" denilen şehre ben 19 yıl sonra ilk
defa gittim. O zamanlar Osmangazi Üniversitesinin olmadığı şehir bugün 2 devlet
üniversitesine sahip, özel bir üniversite de proje olarak gündemde. Adam akıllı
gezmek istiyorum her yeri görmek istiyorum derseniz kalabalık olmayan bir
grupla 3 gününüzü ayırmalısınız Eskişehir'e.
Biz gece 1 de çıktığımız yolu saat 07.00 de tamamladık.
Hamamlarıyla meşhur Eskişehir' in hamamlarsız günü olmaz diyerek soluğu
gençler ve kendini genç hissedenler hamamda aldı. "O saatte ne hamamı" demeyin
karasal bir iklime sahip ve o gün 32 derece sıcaklığa sahip Eskişehir
hamamlarını bilenler saat 07.00 de yerlerini almış tellağın sırayla çağırmasını
bekliyorlarmış. Hamam, tellak, ardından elinde gazozla dinlenme salonu... Vala
hamam her halükarda keyiftir ama bu işi bilenlerle daha da keyiflenir.
Sonraki durağımız Şelale Park: Tüm Eskişehir’ i ayaklarınızın
altında hissedebileceğiniz Bursa’ nın Tophanesi gibi bir yer (manzara olarak); yemyeşil bir park ufak bir şelale, Robin Hood ve yardımcısı Zancas ile birlikte bizi selamlıyor.
![]() |
ŞELALE PARK VE DON KİŞOT |
Aa söylemeyi unuttum: Eskişehir tam anlamıyla her yerde her şeyi
anlatabilen ve bizim New York filmlerinde görmeye alışkın olduğumuz şekilde pek
çok heykelle süslenmiş bir şehir. Bal mumu müzesi olmazsa olmazlardan. Odun
Pazarındaki bu müze önündeki uzun kuyruğa rağmen beklenilmesi ve gezilmesi şart
yerlerden biri. Beni en etkileyen şey ise vefa idi. Yılmaz Büyükerşen gördükçe mutlu olacağınız isimleri unutmamış,
bu vefakarlık fark edilmezse olmazdı…
Şelale parkta oturduğumuz mekanda enfes bir kahvaltı yedik
ama ne enfes olmasını abartıyorum ne de yaşadığımız mutluluğu. Yumurtalı
ekmeğin, kızarmış peynirin dahi olduğu bu sofra Eskişehir’in “ah sana dün
tepeden baktım aziz Eskişehir ” diye
şarkı söyletiyordu en son.
Daha sonraki durak Sazova Parkı. Kapıdan girişle birlikte sizi
karşılayan yapılarla o kadar büyüleniyorsunuz ki fotoğraf çekmeyi filan unutuyorsunuz.
Parkın içinde Masal Şatosu, Eti Sualtı Dünyası, Sabancı Uzay Evi, Bilim Deney
Merkezi, Korsan Gemisi ve amfi tiyatro bulunuyor. Maalesef günlerden Pazartesi
olduğu için içlerine girmedik ama dışı bile beni etkilemeye yetti. En sevdiğim
Masal Şatosunun yapılırken pek çok kulenin yapısından esinlenerek yapılmış
olmasıydı, gemiler ve bahçe de muazzamdı. Ve heykeller kadar baş rolü hakkeden Porsuk
orada da bizi karşıladı, içindeki ördekler ve kuğular görsel zevkimize bir de
sefa kattı.
![]() |
SAZOVA PARKI VE MASAL ŞATOSU VE BAHSETTİĞİM ESİNLENİLEN KULELER PLANI |
Biraz dinlenelim, yol yorgunuyuz malum, akşam yemeği yiyelim
artık ve “Eskişehir gece nasıl oluyormuş?”
diye çıktık yola. Sahiden öğrenci kentiymiş Eskişehir, yiyecekler bol
kepçe sadece karın değil göz de doyuruyor , sanırım herkese iyi gelecek olan bu, hemi de ucuuuzzz… Vala biz yanımızdaki arkadaşlarımızın
gençlik anıları niyetine Donat’ s denilen yerde yedik yemeğimizi, döner
sevenlere tavsiye ederim.
Sonrasında da hemen karşısında yer alan bara geçtik: 'Cafe
Del Mundo'. İnstigramdaki hesabını mutlaka takip edin derim ben. Burası her yeri
müze olan Eskişehir’e çok yakışan bir yerdi; oyuncak müzesi desen değil, Barış Manço
müzesi desen o da değil ama inanın hepsini hatırlatacak keyifte bir mekan. Buranın
ilginç olan yanı yıllarını bu bara vermiş çalışanlarının yurt dışına çıkıp gezmesinin işletmeciler tarafından desteklenmesi. Aynı zamanda bu gezilerini belgesel tadında
çekip yayınlıyorlarmış. Dünyanın her yerinden içkiyi, birayı orada
bulabilirsiniz, zaman zaman ilginç sunumlarla da içtiğiniz biranın gerçekten de
farklı bir ülkeye ait olduğunu buram buram hissediyorsunuz. Fotoğraflar, ülkelere ait
tabelalar, resimler, oyuncaklar , objeler … Yani uzun lafın kısası orada zaman geçirmekten
asla sıkılmayacaksınız hem farklı hem güzel hem de herkes güler yüzlü... Eğer
tek başına gittiysen de bara oturup sana orayla ilgili ayrıntıları anlatacak
onlarca insan var.
![]() |
CEFE DEL MUNDO VE DEĞİŞİK İKRAMLARI |
Uzun oturduğumuz için bir ara Porsuk' a doğru yürüdük, çalgıcı
amcaların yanından geçerek herkes gibi Porsuk' un kenarındaki çimenlere oturarak yorgunluğu
attık, gün batımıyla birlikte güzel bir sohbet sonrasında mekanımıza geri
döndük.
![]() |
PORSUK VE GÜN BATIMI (İSTERSEN SAĞLI SOLLU OLAN CAFELERE OTURUN İSTER PORSUK KENARINA ...) |
Uzun saatlerden sonra biz de kalktık barlar sokağından geçerek
tramvayla otelimize geri döndük. Tabi yollardan geçerken her İstanbullu gibi
hangi evin ne kadar olabileceğini burada yaşanırsa ne kadar kolay
yaşanabileceğini konuşa konuşa geldik. Eskişehir bizi mutlu etmişti ve o zamana
kadar şehir hakkında hep güzel şeyler söyleyen kimseyi mahcup etmedi bu şehir…
Ertesi gün ilk durağımız Odun Pazarıydı. Eskişehirlilerin “medarı
iftiharımız” dedikleri yerdi burası. En eski yerleşim birimi olan Odun Pazarı, restore
edilmiş evlerin piti kareli kırmızı örtülerle, camdan yapılma aksesuarlarla,
sardunyalarla süslenmiş şirin mi şirin bir yer.
O çoook ünlü balmumu müzesi de burada. Kimsenin unutulmadığı bu şaşırtıcı
güzellikteki müze, belediye başkanı Yılmaz Büyükerşen tarafından yapılmış 120
balmumu heykeliyle karşılıyor sizleri. Odun Pazarı buram buram tarih, sanat ve
insanlık kokuyor, eğer yapılmak istenen buysa bence çok başarılı olunmuş çünkü
burada gezebileceğiniz onlarca müze ve sanat evi var. Biz bir tane ahşap
müzesini gezdik çok anlatmayacağım ama odundur deyip de geçmeyin derim.
![]() |
ULUSLARARASI AHŞAP SERGİSİNDEN |
Sonrasında bir cam ve pechwork sergisi. Eskişehir’de ünlü olan
pek çok şeyden biri olan camlar ve onlardan yapılan bu kibar objeler…Ne kadar şanslıydık ki tamamen geri dönüşüm üzerine zamanında cafeleri olan bir çiftin yine geri dönüşüm amaçlı açtıkları sanat evinde bize camdan balık yapımını göstermeleriydi. Televizyondan izlediğimiz bu tanıdık manzara canlı canlı izlendiğinde daha da özel oluyormuş.
![]() |
CAM SANAT EVİ VE GERİ DÖNÜŞTÜRÜLMÜŞ CAM ŞİŞELER |
![]() |
Sergide en hoşuma giden eserlerden: cam kumdan olduğu için et makinasına kum konuluyor ve cam elde ediliyor.... |
Tüm gittiğimiz mekanların özelliği dışarıdan yeni restore
edildiği belli bir evin olması ve içeri girdiğiniz gibi sizi karşılayan eşsiz
güzellikteki bir bahçenin olmasıydı. Müze ve sergi mekanları da böyleydi;
kapıdan içeri girdiğinizde sizi mermer bir havuz karşılıyor sonra sağlı sollu
odalarla daha neler yapabileceklerini açıklıyorlardı…
Aslında biz her yeri gezmedik gezebileceğiniz onlarca yer var
daha. Son olarak gezdiğimiz iki yerden daha bahsedip konuyu istediğim yere
bağlamak istiyorum:
Kent parktan
bahsetmek isterim. Güzel, yeşil ve zevkli bir park, aralardaki Porsuk yine selamlıyor sizi,
bahçe düzenlemeleri çok keyifliydi. Duyduğunuz deniz ve plaj gerçek J hakikaten orada yüzme
kursunun da olduğu bir plaj var ama tabi bunu her yaz Ege’ ye Akdeniz’ e giden
sahil şehirlerinde oturanlara anlatmanın pek bir manası yok ancak hiç suyun
olmadığı, ortadan sadece kötü kokusuyla anılan bir suyun olduğu bir şehirde her
yerde o nehirle karşılaşmak ve o nehrin bir parçasının plaj ve deniz yapılması
bence çok ayrıcalıklı bir zevkti, yapanlarının aklına fikrine emeğine sağlık…
![]() |
KENT PARK VE PLAJI :) |
Eski Hal: Eskiden sebze hali olarak kullanılan, şehrin
içinde kalmış bu yerin fotoğraflarla eski hali ve yeni halini görebilirsiniz,
şaşırabilirsiniz, yok artık gibi tepkiler verebilirsiniz, bence çok normal…
Çünkü eski hali yanından geçilmez bir yerken yeni hali ile sağlı sollu restoranların olduğu bir han burası. Ortası boydan boya oturma
yerleri ve masalarla kaplı. İşte güzel olan taraf: Bu masalarda oturarak
oradaki restoranlardan yemek siparişi verebilirsiniz ama eğer istemezseniz de kendi
yiyeceğinizi alıp o masalara oturabilir, vakit geçirebilirsiniz…
![]() |
ESKİ HAL |
Uzun uzun anlattım ama Eskişehir’de beni en etkileyen şeyin
bu anlattığım ve daha fazla olan şeyin herkes tarafından yapılabilmesiydi.
Demek ki o kadar zor değilmiş bir şeylerin ucuz veya ücretsiz yapılması. Devlet filan batmazmış ya da belediyenin çalışmasına engel oluşturmazmış değil
mi?. Mekanları zaten siz seçersiniz ama ismi geçen yerlerde hiçbir yer ücretli değil, otoparklar çoğu zaman ücretsiz
veya sembolik bir fiyatla ücretlendirilmiş. Örneğin Kent parkta kaç saat kaldık
hatırlamıyorum (son derece uzundu) ödediğimiz park parası 1 liraydı, parkın
içinde oturabileceğiniz mekanların yanında çimlere de oturabilirsiniz, tabi
mangal yakmayın da çayınızı termosa koyup Porsuk kenarında vakit
geçirebilirsiniz. Göz göre göre kazıklanmadan o keyfi herkesin yaşayabilmesi
sanırım benim en hoşuma giden şey oldu. Müzeler ya da sergiler yine sembolik
fiyatlarla fiyatlandırılmıştı hatta çocuklar bize “hocam” diye
seslendiklerinden biz bilet aldığımız kişilere öğretmen kartımız yanımızda
olmadığı için “öğretmen” demediğimiz halde bize indirimli bilet kesmeleri size
küçük gelebilir ama bizim için çok önemli bir ayrıntıydı. Kart göstermediğimiz halde öğretmen olduğumuza inanmaları “ vaay insanlık ölmemiş sahiden, birbirinin doğru
söylediğine hala inananlar varmış” dedirtiyor insana.
Eskişehir’in başına
gelen en güzel şey 1999 yılında seçilen sayın belediye başkanı Yılmaz
Büyükerşen sanırım. Ondan çok şey öğrenmesi gereken belediyeciler var. İnsanını
en hakkeden şekilde yaşatan, kimsenin dertlenmediği, “ya yaptılar ama hiç gidemedik ki oraya”
denmediği bir Eskişehir var orada; yaşamasak da bizimdir orası dedirten bir Eskişehir.
Bu imkanları sunanlar kendileriyle ilgili çok ipucu vermiş bize aslında. Her
yerde sanata dair şeyler görmek, “yurt dışına sen gidemiyorsan yurt dışı sana
gelir” dedirten ambiyanslar, ‘ulaşılabilir’ olmanın mutluluğunu yaşamak… Sayın
Büyükerşen’in sanatçı inceliğini her daim görebileceğiniz bir yer Eskişehir ve
o kadar emek verilmiş ki. Demek ki neymiş sevgi? Gerçekten emekmiş,
uğraşmakmış, ben bunu her adımda yaşayarak görmüş oldum…
9 Mayıs 2015 Cumartesi
BİZİM ÜNLÜMÜZ SİZSİNİZ SABAHATTİN HOCAM :)
26. GELENEKSEL MS BULUŞMASI
26. geleneksel buluşmamız 3 Mayıs Pazar günü dostlar ve değerli hocalarımızla
gerçekleşti. Bulutlar ve yağmurun karşıladığı bu günde hep iyi olmak için
uğraştığımız bu yılın hepimiz için zor geçtiğini duymak biraz da olsa biz MS’
lileri rahatlattı. Yaşanılan değişikliklerin sana özel olmadığını duymak
bu sefer güzeldi.
Sizinle, öğrendiğim değerli bilgileri paylaşmak istiyorum
bu yazımda, bence çok kıymetli çünkü bilgiler en organik haliyle ilk ağızdan
ulaştı bizlere:
1 İlk doktorumuz Prof. Dr. Bülent Çetinel, MS ve
Ürolojik sorunlarla ilgili bir konuşma yaptı bizlere. Her zaman söylerim değerli
doktorlarımız iyi bir doktor olmanın yanında iyi de bir öğretmen aslında,
kendisinden duyduklarımız şimdiye kadar defalarca duyduğumuz ama anlamadığımız şeylerdi, bu sefer her şey anlam kazandı; neden ürolojik sorunlar yaşadığımıza ve aslında problemin ne
olduğuna dair bir konuşma oldu. MS’ in
en zor yanı olan şeyin, etkisini kolay kolay ortadan kaldıramamak olsa bile
insanın başına ne geldiğini bilmek kendi adıma rahatlatıcıydı…
2. İkinci doktorumuz bize rehabilitasyon, egzersiz ve fizyoterapi hakkında bilgi veren Prof. Dr. Mehmet
Beyazova idi. Her zaman duyarız; özellikle
kas hastalıklarında, engel doğurabilecek rahatsızlıklarda egzersizin, fizik
tedavi ve rehabilitasyonun önemi hakkında konuştuk. MS’ lilere özgü vücut ısımızı çok arttırmamak
kaydıyla yapacağımız egzersizin ya da çalışmanın fayda getireceğini tekrar dile
getirdi sayın hocamız. Daha önceden duyduğumuz ve yinelenen bir şey: eğer bir organınız ağrıdan, hissizlikten, güçsüzlükten dolayı işlev kaybı yaşıyorsa o organınıza görevler
verin, işlevini unutmasın ve onu yapmaya devam etsin; ağrıyor diye onu bu
görevlerden muaf tutarsanız o da yapması gerekeni tamamen unutur ve artık canlı
kalmaz…
3. Öğleden sonra ise yanlarına gitme şansını
yakaladığımız değerli MS doktorlarımız sorularımıza yanıt verdiler, usanmadan bıkmadan.
O gün bizlerle olan Prof. Dr. Aksel Siva, Prof. Dr. Erdem Toğrol ve benim
sevgili hocam Prof. Dr. Sabahattin Saip. Günün sürprizi benim için buydu çünkü benim hocam felaket diye
algılayabileceğiniz bir durumu verdiği örneklerle öyle güzel anlatır
ki siz de başınıza gelen tüm gerçeği en masum haliyle algılarsanız,
anlatacağım, durun.
Mefkure hoca o günkü cumhurbaşkanlığı etkinliği nedeniyle
aramızda değildi maalesef, sorularımızın cevaplanmasında eşlik eden genç doktorlarımız Uz. Dr. Uğur Uygunoğlu ve sayın
Dr. Melih… ( değerli doktorum özür dilerim ama soy isminizi bulamadım,
sadece Cerrahpaşalı olduğunuzu biliyorum,
lakin isminizi defalarca duymuşluğum vardır ).
Peşin peşin söyleyelim, tüm arkadaşlarımız ‘’oh’’
mu der ‘’tüh’’ mü der bilemem, yorum sizin: MS hala kesin çözümü bulunmuş bir
rahatsızlık değil. Tamam tamam üzülmek yok, hayıflanmak bize yakışmaz;
Sabahattin hocam ekliyor ‘’aynı toplantıyı yirmi yıl önce yaptığımızda ilaç
ismi söyleyemiyorduk ancak şimdi on ilaç sayabiliyoruz, bu da hiç
azımsanmayacak bir ilerleme…’’
Sabahattin hocamın bana ilk teşhisi koyduğu
zaman verdiği, o gün de toplantıda anlattığı örneği sizlerle paylaşmak
istiyorum: MS atağı geçirdiğin esnada aslında beyninde bir yangın çıkar ve
bizim kortizonla yapmaya çalıştığımız o yangını söndürmektir. Kortizon
tedavisiyle bu yangın bazen tamamen söner, bazen kısmen, bazen de hemen sonuç
vermez. Önemli olan geç kalmamaktır. Yangından sonra o yanan orman nasıl eski
haline dönmek için zamana ihtiyaç duyarsa beynimiz de MS atakları esnasında ve
sonrasında ilaç tedavisine ( ve iyi ki kortizon ve baskılama ilaçları var dediğimiz zamanlar tam
olarak da böyle zamanlar)ihtiyaç duyar. Kullandığınız ilaçları asla ve asla
doktorunuza danışmadan aklınıza göre bırakmayın. ( Hocam böyle söyleyince
olayın ciddiyetini daha iyi anladım, sonuçta mevzu olan beynimizdi.)
Olayın ciddiyeti özetlendikten sonra; bu yıl
tüm MS’liler için zor geçmiş ve ayrıca özellikle bahar gibi geçiş dönemlerinde yani tam
olarak bu dönemde ‘’yalancı atak’’ diyebileceğimiz atak tedavisine ihtiyaç duyulmayan ama
bizi korkutan şeyler yaşanabilir, birkaç gün beklemek geç kalmak sayılmaz,
korkmayın ama geçmezse doktorunuzla bu durumu mutlaka görüşün.
Melih hocamın başlatıp Aksel hocamla devam
eden yasaklar listesiyle devam etmek istiyorum:
Sigara kesinlikle yasak, hayatımızda değil
dünyamızda olmaması gereken bir şey ( Sabahattin hocam ekliyor; size yasak da
bize değil mi bizim de içmememiz gerekiyor, Erdem hocam devam ediyor; üzerinde
‘’öldürür’’ yazıyor daha ne yazsın…)
İşlenmiş ve sağlıksız besin yasak. Akdeniz
diyeti denilen şekilde beslenmeye özen göstereceğiz. Yani taze ve yeşil
beslenme, zeytinyağı vs…
Stres ve yorgunluk ‘’kesinlikle yasak’’
listesinde (malumunuz),
Ben ismini vermeyeceğim ama MS’ inizi iyi
edeceğim vaadiyle gelip bize Allah’ın otunu fahiş fiyatlarla satıp hayallerimizle
oynayan şarlatanlar yasak…
Doktorların sözünden çıkmamamız tekrarlanılıyor,
bunların tüm insanlar için dikkat edilmesi gereken şeyler olduğu bizim de biraz
daha dikkatli olmamız gerektiği hatırlatılıyor.
Okurken yoruldunuz değil mi? Ben de yazarken
yoruldum ama onlar kendileri için defalarca tekrar edilen bu bilgileri aynı
heves ve aynı özenle anlatmaktan yine çekinmediler. Tüm bu organizasyonda yer
alan doktorlarımıza yeniden teşekkür ediyorum.
Saat akşam 4 olmuştu, herkesin evine gitme
zamanı gelmişti, hemen anı fotoğrafımızı çektirdik. Tabi ki soluğu Sabahattin
hocamın yanında aldım: ‘’Hocam bi fotoğraf çekilebilir miyiz?’’ Eee hocam,
bizim ünlümüz de sizsiznizJ
Sevgiler herkese…
29 Nisan 2015 Çarşamba
NE OLACAK BU DERSHANELERİN HALİ HOCAM?
UZAKTAN EĞİTİM DEDİKLERİ
Özel sektör için uzun sayılabilecek bir dönem çalıştım son
çalıştığım yerde; bir uzaktan eğitim sisteminde yani internet aracılığıyla
dershane eğitimi vermeyi hedefleyen bir sistemde rehber öğretmen olarak
çalıştım 3 yıl boyunca. Bir sistemi sıfırdan alıp geliştirmenin haklı gururunu
yaşıyorum. Sisteme her baktığımda sanki çocuğumun başarısından gurur
duyuyormuş gibi duygulanıyorum.
Benim için yepyeni bir tecrübeydi hadi hakkını yemeyelim,
istediğim şeylerin çoğunu hayata geçirdiğim bir yer oldu uzaktan eğitim. En
sevdiğim ise rehberliğe yeni soluk olan kendi yazdığım kendim oynadığım skeçlerimdi,
izleyin ve mutlaka yorumlarınızı iletin.
Daha iyisi olmaz mıydı, tabi ki olurdu, belki de oluyordur ;)
28 Nisan 2015 Salı
MS' LE YAŞAMAK
KENDİNİZE İYİ BAKIN
Görüşene kadar değil, her zaman…
http://yolarkadasimsin.com/ana-sayfa/yol-arkadasimsin
Bu hayat bazen o kadar acımasız oluyor
ki, sevdiklerinizi zamansız alıyor mesela, herkese eşit ve iyi davranmaya özen
gösterirken bir başkasının ihanetiyle karşılaşıyorsunuz, ‘’o insanın başına
gelmemeliydi‘’ dediğiniz insanların başına tahmin etmediğiniz hastalıklar
geliyor, aynı kendimizin başına geldiği gibi…
MS’ le tanıştığımda 30 yaşımdaydım,
ömrümün en güzel yılıydı; kariyerimin en güzel yerindeydim, öz güvenimin
ayakları yerdeydi artık, mükemmel arkadaşlarım vardı, mükemmel bir ailem...
Kendimce masal gibi bir hayat…
Ve bir gün, hastanede gözlerimi açtığımda
başımda tabi ki bir prens beklemiyordu. Her şey mükemmelken şimdi neler
oluyordu böyle? Aklım karmakarışık, duygularım umudun çizgisinde, tek bir sözle
elimden kayacak gibi…
Etrafımda onlarca insan dolaşıyordu,
başımda genç bir asistan doktora ‘’Neyim var?’’ diye sorduğumda ‘’Sen ne yaptın
kendine, neden bu kadar çok lezyon var, onu araştırıyoruz…’’ dedi.
Vallahi bir
şey yapmadım ben kendime, hep iyiyi düşünürüm ben, insanları severim, insanlar
da beni, çevremde az insan vardır zaten, hepsini de çok severim, yememe dikkat
ederim, düzenli spor yaparım hem de niye biliyor musunuz sağlıklı bir yaşam
süreyim diye... Yaşlılığımda kimseye muhtaç olmadan yaşayayım diye…
O hastanede MS’ le tanıştım, sadece
başkalarından duyduğumuz kadar
bildiğimiz MS’ le. Odamda bir MS hastası yatıyordu, ilk geldiğim akşam bana
‘’korkarım sen MS’ lisin ‘’ demişti. Ne olduğunu bilmediğim halde çok
korkmuştum, ‘’Allah’ım ne olur MS’ li olmayayım’’ diye sabaha kadar dua
etmiştim. İnsan bilmediği şeyden korkar zaten, o yüzden bilin; internet en
yanlış araştırma tekniğidir, doktorlarımıza, Türkiye MS derneğine kulak vermeyi
tercih edin!
30 yaşındaydım, her şeyi tamamlamaya
başladığımı düşündüğüm hatta şanslı olduğumu hissettiğim bir yaşta. İlk aklıma
gelen soru ‘’Neden ben?’’ . Sahiden de ben olmam için hiçbir sebebim yoktu,
annem babam TEKEL emeklisiydi evimizde kartonlarca sigara olurdu ve ben bir
nefes bile denememiştim, sağlık ve huzur benim için hep ön plandaydı, gerisinin
boş olduğunu o yaşlarımda biliyordum zaten bu yüzden neden ben?
Ömrümde ilk defa yaşayacak günümün
kalmadığına inandım, bana bir mesaj verildiğini, ‘’Bak ne kadar dikkat edersen
et, yaşaman gerekeni zaten yaşayacaksın!’’ dendiğini düşündüm…
Uzun bir süre aklımı bile kullanamayacak
kadar kötü olacağımı, hiçbir ihtiyacımı kendimin karşılayamayacağını düşündüm
özellikle…
‘’Dur
bakalım ya, nereden biliyorsun, git bir öğren!’’ diyerek derneğime geldiğim gün
bütün olumsuz düşüncelerimden kurtuldum, insanlara, özellikle de bana göre yaşı
büyük olan insanlara sarılıyordum: ‘’Teşekkür ederim, hayatım da her şeyin kötü
olmak zorunda olmadığını gösterdiniz bana’’ diyerek ve gerçek de buydu!
Her sene olduğu gibi bu sene de yapılacak senenin son toplantısı 26. kez Hilton'da düzenleniyor. 3 Mayıs saat 09.00'da tüm dostlar yine oradayız.
Hepimizin MS i birbirinden farklı ve
başımıza ne geleceğini bilmiyoruz ancak başımıza ne gelirse gelsin bu hayatı
yaşamaya hem de en güzel şekilde yaşamaya devam etmek istiyoruz.
Hayatta ‘’Neden ben?’’ sorusunun yanıtı
yok, böyle bir soruya da gerek yok, hepimizin bu dünyada hayatı bir tane ve
engel olamadığımız şeyleri de yaşamak zorunda kalıyoruz, o zaman?
Siz kendinize
değer verirseniz değerli bir insan olursunuz, yeni başlayan hayata merhaba
deyin, hayatınıza da giren her şeye hoş geldin deyin; o şeyden çok hoşlanmadıysanız
kulağına sessizce fısıldayın ‘’üzgünüm ama burada çok kalmayacaksın ! ’’
Sen varsan bu hayatın anlamı var, sen
yoksan hiçbir kıymeti yok hiçbir şeyin, o yüzden iyi ki varsın, sakın unutma!
5 Mart 2015 Perşembe
ARILAR, ZEYTİN AĞAÇLARI VE İNEKLER YOLUNDA BİR GEZGİN: IŞIL...
IŞIL IŞIL
Bu güzel isim yoldaşımın nickname' i aslında, onu ve belki onun değinmek istemediği şeyleri de anlatacağım sizlere. Işıl'la birlikte hepimizin ortak derdi olan isteyip de ''Ahhh ah!'' demelerimize ; ''bakın aslında hiç gerek yok, hepimiz yapabiliriz'' yanıtını alabileceğimiz bir ses Işıl. Işıl'la tanışmamız aynı dershanede aynı zümrede olmamızla başlıyor ve aslında kader ağlarını bizim için örüyormuş dediğimiz bir nokta bu: Felsefe mezunu olup da dershanecilik sektörünü seçmemizle başlıyor hikayemiz. Bilin bakalım yollarımız nerede kesişti asıl? Her öğretmenin makus kaderi olan KPSS hazırlık sürecinde tabi ki. Her canlının ölümü tadacağından ne kadar eminsem, her öğretmenin de eninde sonunda KPSS denen illete bulaşacağından da o kadar eminim. Heyhat kader! O sene bizim yüzümüze hiç bakmadı, ağlayamadık bile! Biz de iki akıllı insan gibi bir daha bu gereksiz sınava hazırlanarak zaman kaybetmeyecektik ve yollarımıza çekildik, eskisinden farklı olarak, yapmak istediklerimizi yapmaya karar verdik. Çok isterdim ama tabi ki kendimi anlatmayacağım (nitekim anlatacaklarım o kadar da ilginizi çekmeyebilir) bu yazıda yıldızımız IŞIL...
Işıl, bu hayal kırıklığından(?) sonra işi bıraktı ve hatta İstanbul'u bıraktı; dağ bayır demeden çiftlik evlerini gezdi. TA TU TA yı duymuşsunuzdur belki, gerekli koşulları sağlayan çiftlikler belli sayıda gönüllülüleri karşılayarak hem onlara çeşitli bilgiler veriyor hem de o sezonda tarlada, bahçede, evde her ne yapılıyorsa o yapılıyor, siz de o vesileyle ekolojik turist oluyorsunuz aslında. Lafın kısası şehir hayatından sıkılmış ve ''Nereye gidiyor bu dünya?'' diyenlere açılan bir oluşum burası. Biz bize bir hizmet yapılıyor buralarda, geleceğe doğru hayallerimiz aynı aslında ve bazı arkadaşlar katılmasa bile bizim gibi duygusal ve duyarlı insanların ortak bir payda bulması tüm bu yapılanlar: Kendi domates fidenizi ekip kahvaltılığınız için bahçeden tüm ihtiyaçlarınızı ellerinizle topladığınız, hayvanlarla barışçıl şekilde yaşadığınız, size sunduklarıyla onlara minnettarlık duyduğunuz bir yer burası... Para kazanmanın tek yolunun ofislere tıkılıp da bilgisayar başında ay sonuna kadar sağlığımızdan olana dek çalışıp ay sonunda kazandığımız tüm o parayı faturalara yatırdığımız bir dünyada kanserli tavuklarımızı yerken hastalıklardan ve mikroplardan başımızı alamadığımız bir dünyamız var! Hadiii itiraf edin, kendinize olan itirafınız gerçekleri değiştirmeyecek zaten. Aslında bu evlere olan misafirliklerimiz imdat çığlıklarımızın sessiz hali ve bunu gerçekleştirerek gezgin olan bir arkadaşım var. Kapitalist dünyaya kollarını açıp da durmuş ve ''para o kadar önemli değil, karnım toksa ve güneş tepemdeyse keyfime diyecek yok demektir'' diyor. kendi kendimize yaptığımız bu kötülüğü hiç kimse bize yapamaz, kendimizi köle kılıyoruz sisteme, oysa doğa ana tüm her şeyi önümüze seriyor aynı bir anne şefkatiyle, olabildiği en bonkör haliyle...
Geçtiğimiz günlerde Işıl ilk atölyesini yaptı;
''arılar, zeytin ağaçları ve inekler üzerine'' isimli bu atölyeye yukarıda anlattıklarımda kendilerini bulacak insanlarla beraber gittik, Işıl en tatlı haliyle yolculuklarını anlattı.Birlikte güldük, birlikte güldük ve hatta eğlendik valla hüzünlenecek hiçbir şey yoktu gayet eğlenceli, bilgi dolu bu atölyede aslında herkesin sorusu aynıydı: ''Farkına varmadan nasıl da bağlanmışız şehir yaşamına,nasıl kurtulacağız bu on yıllık ev kredisinden, araba almazsak olur mu, çocuklar ne olacak, annemi burada nasıl bırakır da giderim...'' dediğimiz her nokta bizi biraz daha bağımlı kılan durumlar aslında .
Gidin, tüm hayallerimizi gerçekleştirmiş insanların anlattığı her şeyi dinleyin, paylaşın, konuşun, soru sormaktan geri kalmayın, mümkünse silkeleyin karşınızdaki insanları çünkü bu işlere gönül vermiş herkes sizleri yanlarında görmek istiyorlar zaten ve inanın yapmak zorunda olduğumuzu sandığımız şeyler aslında zorunluluğumuz olan şeyler değil ve hayat yaşamak istediğimize yakın yaşadığımızda yaşamaya değer.Unutmayın; hayat güzel değil ve kendini güzelleştirmek için de hiçbir şey yapmaz , biz gideceğiz o güzel topraklara, sahip çıkacağız ve aidiyetimizi asıl o zaman yaşayacağız!

Işıl, bu hayal kırıklığından(?) sonra işi bıraktı ve hatta İstanbul'u bıraktı; dağ bayır demeden çiftlik evlerini gezdi. TA TU TA yı duymuşsunuzdur belki, gerekli koşulları sağlayan çiftlikler belli sayıda gönüllülüleri karşılayarak hem onlara çeşitli bilgiler veriyor hem de o sezonda tarlada, bahçede, evde her ne yapılıyorsa o yapılıyor, siz de o vesileyle ekolojik turist oluyorsunuz aslında. Lafın kısası şehir hayatından sıkılmış ve ''Nereye gidiyor bu dünya?'' diyenlere açılan bir oluşum burası. Biz bize bir hizmet yapılıyor buralarda, geleceğe doğru hayallerimiz aynı aslında ve bazı arkadaşlar katılmasa bile bizim gibi duygusal ve duyarlı insanların ortak bir payda bulması tüm bu yapılanlar: Kendi domates fidenizi ekip kahvaltılığınız için bahçeden tüm ihtiyaçlarınızı ellerinizle topladığınız, hayvanlarla barışçıl şekilde yaşadığınız, size sunduklarıyla onlara minnettarlık duyduğunuz bir yer burası... Para kazanmanın tek yolunun ofislere tıkılıp da bilgisayar başında ay sonuna kadar sağlığımızdan olana dek çalışıp ay sonunda kazandığımız tüm o parayı faturalara yatırdığımız bir dünyada kanserli tavuklarımızı yerken hastalıklardan ve mikroplardan başımızı alamadığımız bir dünyamız var! Hadiii itiraf edin, kendinize olan itirafınız gerçekleri değiştirmeyecek zaten. Aslında bu evlere olan misafirliklerimiz imdat çığlıklarımızın sessiz hali ve bunu gerçekleştirerek gezgin olan bir arkadaşım var. Kapitalist dünyaya kollarını açıp da durmuş ve ''para o kadar önemli değil, karnım toksa ve güneş tepemdeyse keyfime diyecek yok demektir'' diyor. kendi kendimize yaptığımız bu kötülüğü hiç kimse bize yapamaz, kendimizi köle kılıyoruz sisteme, oysa doğa ana tüm her şeyi önümüze seriyor aynı bir anne şefkatiyle, olabildiği en bonkör haliyle...

''arılar, zeytin ağaçları ve inekler üzerine'' isimli bu atölyeye yukarıda anlattıklarımda kendilerini bulacak insanlarla beraber gittik, Işıl en tatlı haliyle yolculuklarını anlattı.Birlikte güldük, birlikte güldük ve hatta eğlendik valla hüzünlenecek hiçbir şey yoktu gayet eğlenceli, bilgi dolu bu atölyede aslında herkesin sorusu aynıydı: ''Farkına varmadan nasıl da bağlanmışız şehir yaşamına,nasıl kurtulacağız bu on yıllık ev kredisinden, araba almazsak olur mu, çocuklar ne olacak, annemi burada nasıl bırakır da giderim...'' dediğimiz her nokta bizi biraz daha bağımlı kılan durumlar aslında .
Gidin, tüm hayallerimizi gerçekleştirmiş insanların anlattığı her şeyi dinleyin, paylaşın, konuşun, soru sormaktan geri kalmayın, mümkünse silkeleyin karşınızdaki insanları çünkü bu işlere gönül vermiş herkes sizleri yanlarında görmek istiyorlar zaten ve inanın yapmak zorunda olduğumuzu sandığımız şeyler aslında zorunluluğumuz olan şeyler değil ve hayat yaşamak istediğimize yakın yaşadığımızda yaşamaya değer.Unutmayın; hayat güzel değil ve kendini güzelleştirmek için de hiçbir şey yapmaz , biz gideceğiz o güzel topraklara, sahip çıkacağız ve aidiyetimizi asıl o zaman yaşayacağız!
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)