16 Nisan 2020 Perşembe

UYUYAN GÜZEL, UYAN ARTIK!


BANA SEN LAZIMSIN SEN
Okullar kapandıktan sonraki, 2. Hafta Çarşamba gününe kadar zaman vermiştim. Hastalık nedeniyle yaşanılan kaygı haricinde, online eğitimden memnun veliler, çılgınlar gibi yapılan ve hayatı da sanatı da gerçekten evlere sığdıran paylaşımlar her şey çok güzeldi, tüketici toplumun mensupları olarak buna da hızlıca başladık hatta sevindik ama tabi ki böyle devam etmeyecekti.

“Valla hep böyle olsa ben eşimden ayrılırım!” demeler başladı; çocuklarını yeni tanıdığını söyleyen anne babalar; aynı anne babalar, yeni tanıdıkları kişiden memnun olmamaya başladı; okul olmadığında, aslında okulunu çok özleyen çocuklar; dönüp dolaşıp etkinlik yapmaktan gına gelmiş insanlar, hepimiz itiraflara başladık. Ben de 3-4 gündür boş boş duvarlara bakıyorum, hiçbir şey üretemeyerek. Bu deli düşüncelerle silkelendim, kendime geldim. Ne oluyor? Barajlar açılmış gibi coştuk geldik de, şimdi neye yetişmeye çalışıyoruz? Evde kalacağın ve yollarda zaman kaybetmediğin için “şunu, şunu, şunu yapacaksın” diye ne zaman kurallar koyduk kendimize? Bu sadece sıkılmak bunalmak değil, farkına varmadan koşmaya başladığımız bu döngüde, aslında koşulmayacak bir yerde olduğumuzu hatırladık.

PEKİ, TAM OLARAK SIKILDIĞIMIZ NEYDİ?

Kendimizle yüzleşip durmaktan, dönüp dönüp aynı şey yapmaktan mı sıkıldık yoksa yüzleştiğimiz kendimizden mi memnun değiliz. Tam olarak memnun olmadığımız şey nedir acaba?

Yaşadığımız zaman, her ne kadar faklı olsa da, çok hızlı bir şekilde uyum sürecine başladık, hem de kendimizi kendimizle yarıştırarak. Çünkü okullar kapandı, bazı iş yerleri de, evlerde kaldık, sokağa bile çıkmadık. Hatta ilk günler “ya balkona çıksam bir şey olur mu?” diye bile kaygılandık. Bir laf vardır, hızlı gitmekle ilgili, dedim varsayın, aynı o hesap birdenbire durduk. Gerilim filmlerindeki gibi oldu hatta, kapının ardından karanlıkta, çıkacak şeyi beklerken aniden o şey çıkmış gibi olduk ama gelen de olmadı giden de…. Oğuz Atay, ne güzel yazmış değil mi “Korkuyu Beklerken”i… Bize ve sevdiklerimize dokunmasın diye dua ediyoruz dilimiz döndüğünce.

Peki, sıkıldığımız neydi tam olarak? 40 yıldır onunla birlikteydik. Onun için çalıştık çabaladık, onun için ağladık. Sporuna, yemesine hep özen gösterdik, “amannnn, incilerimiz ziyan olmasın, dur şu vitamini alalım” dedik, “aman o organik değilmiş miş, bu organikten yiyelim” dedik. Onca eğitim, onca görüşme, onca iş yerlerinde yapılan fedakarlıklara ne oldu, kendimize ne kaldı? Sigara izmariti gibi ayaklarının altında söndürdü kimi kalbimizdeki ateşi;  gözlerimizdeki yaşama sevincini aldı bazı kötü cadılar, masallardan filan da çıkmadılar, pusu kurmuş gibi geldiler. Kardeşim hep mi o odadaydım, beni mi bekliyordun. Ben buraya geleyim de bir ağzının ortasına kürekle vurayım hayalleriyle mi yaşadın? Zorun neydi benle. Seni geçtim hadi, benim kendimle zorum neydi asıl, neden yaşattım ben kendime bunları?

Sevmediğimiz neydi, pandemi mi, evde kalmak mı, kendimizle baş başa kalmak mı ya da kaç yıllık ömrüm varsa o kadar yıl kendime yaptıklarım mı? Çok ağırmış be kendimizle yüzleşmek…

KİMİLERİ HALA UYUYAN GÜZEL
“Tanrı ve yoksulluk aynı şey” dedi bir dizide, O AN BİR EFEKT; OK ÇIKTI YAYDAN, SON SURAT HEDEFİNİ VURDU, TAM KALBİMİN EN ACIYAN YERİNDEN ve bir inilti yükselti benden “aaahh!”
Ah ki ne ah, herkes o kadar anlatıyor da anlamayan anlamıyor, “ ben kendimden çok memnunum ne var ki halimde!” der mesela. Ben de çok memnunum, ne keşke derim, ne neden bunu yaptım derim. Yaptım önümüze bakalım derim çünkü bilirim ki her adım ki, bazen suya basarsın, bazen balçıktan çekersin ayağını, seni ileriye götürür, kendi kendini dinlersen.
Kimileri hala uyuyan güzel, kendimle zorum yok diyor, ben de diyorum ki zorum olduğunda değil zaten, uyanalım şu ölüm gibi uykudan da sahiplenelim iyisiyle kötüsüyle şu dünyayı. Çok merak ediyorum; bu uyuyan güzeller, ölmeyeceklerini mi düşünüyorlar. Onu bile düşünmüyorlarsa o da bir şey yahu, en azından sona giden bir yolda olduğunun farkında ve en azından zarar vermez hiçbir şeye ve kendine…

SAHİP ÇIKMAK
En sevdiğim şey; sahip çıkalım. Ne bize yabancı ki, karşı ki komşu mu, otobüste yanıma oturan yaşlıca kadın mı, balkonum mu, odamda benim yıkamadığım çarşaflarım, aldığım nefes, soluduğum dünya mı. Yaşadığım keder, üzüntü mü?
Hiçbiri değil hatta hepsi çok kıymetli çünkü hepsi senin bir duygunun adı. Duygular çocuk gibidir. Onlara bakalım ister, bir hareket yapar, fark edelim görelim ister. Onları seveceğiz sarıp kucaklayıp “derdin ne senin a kara oğlum?” diyeceğiz. Baktık ki bizi üzüyor, sonra nazikçe salıvereceğiz onu, sahip çıkalım ona ama olması gerekenden fazla da kendimizde tutmayalım onu, yüz vermeyin çok! Canım içini kıyırtıp duran şeyi ne yapacaksın, azıcık dinle onu,tamam sonra sal gitsin, gitsin ki yerini güzel duygulara bıraksın…

HAYATTA NE GEÇMEDİ Kİ
Bu da geçecek, sabırla bekleyeceğiz zamanın yaralarımızı sarmasını. Çünkü hayat bazen sadece durup beklemeyi gerektiriyor. Tek yapman gereken kendinden asla vazgeçme çünkü öyle güzelsin ki, varlığın yeter şu okyanusun olması için…

Yazmalara doyamam,
Senden başkasına bakamam.
Bilirim ki tek derdim senin dertli olmandır,
Gamsız baş olamam.

Gözüm seğirir münecciğimliğe soyununca,
Aslında yeteneğim vardır bu işe olduğunca,
Ne olduğunu yeni öğrendim:kalbimi dinlemekmiş müneccimlik dediğim şey,
Gelecek kaygısı anca biter, dünya dönmeyi bırakınca!

Özlem demez ama demişler ki “Çile bülbülüm çile”
Bülbülü çileyle öttürmeyi bırak, onun şarkısını dinle
Hayat kısa, zaman hızlı, sakın şikâyet etme,
Sana sen lazımsın sadece sen, bundan sonra da hayattan ne istersen onu dile…

31 Mart 2020 Salı

MÜKEMMELLİYETÇİLERİ SEVİN!


Sanırım İngiltere’de başlamış bir akımmış bu; evde kaldığımız covid-19 (kendini önemli bir şey   sanmasın sakın, büyük harfle filan yazmayın sakın!) ile mücadele ettiğimiz şu günlerde, evde kalanların özellikle çocukların sabır ve umut gösterdiğine dair evlerimizde gökkuşağı çiziyoruz ve camlarımıza asıyoruz. (Umut kavramını ben uydurmuş olabilirim.) Camlardan, canlara giden rengarenk bir yol çiziyoruz kalplerimize hem de, kağıda çizip camlara astığımıza bakmayın…


GÖKKUŞAĞI ÇİZMEK NEDEN DÜNYANIN EN GÜZEL ŞEYİ?

Eğitim uzaktan da olsa devam ediyor, biliyorsunuz. Ben bu durumu zümremden öğrendim ve fikre bayıldım ve hatta canlı yapacağımız rehberlik buluşmalarında ufak bir sürprizle çocuklarımı bu güzel etkinliğe davet edeceğim.

Bu yüzden gökkuşağımı çizdim, gecenin bilmem kaçında, zamanın en güzel vaktiydi bence…

Gökkuşağını boyarken farkettim ki ben gökkuşağı çizmeyi çok seviyorum. Bir resim çizmeden önce kendimi psikolojik olarak hazırlarım, bu bazen günleri, haftaları alır, bazen ayları. Sonra tuvale zorla çizerim vs. Ama gökkuşağı, hani anneninizin köyüne gidersiniz, orada sizi görmeye eş dost gelir, siz hiçbirini tanımazsınız da beraber içtiğiniz bir tas çorbanız olmasa bile sıcacık gelirle size, sarılırsınız sımsıkı, “nasılsın” dediklerinde en samimi halinle “iyiyim” dersin, gerisi yoktur ama o kadar! O kadar olmasına rağmen dünyanın en sıcak çorbası, en sıcak kucaklaşmasıdır o an; tam bu hissiyattır beni gökkuşağı çizmeyi bu kadar sevdiren…

ESKİ BİR DOST

Eskilerden tanıdıktır, kalemler parmağımıza kocaman gelse bile ilk çizdiğimiz şeydir gökkuşağı. Ben küçükken de renk seçmezdim, her renk “ benim en sevdiğim renk” idi, gökkuşağı da her rengi barındırdığı için,  o renkleri seviyorum.

Yazınca farkettim, gökkuşağının yolculuğunu yolda olmasını da seviyorum ben,gezgin ve sürprizlerle dolu bir yolculuk hikayesi gökkuşağının hikayesi.

Bir de;

MÜKEMMEL ÇİZMEK ZORUNDA DEĞİLSİN

Gökkuşağı çizmeyi bu kadar sevmemin en güzel sebebi ise, gökkuşağı çizerken ya da boyarken, ‘yamuk oldu, eğri oldu, renkleri yanlış sırayla boyadım’ gibi kuralların olmaması, bayılırım konforlu olan her şeye, kağıdın da önemli değil, boya türlerin farklı olmuş ne güzel işte! Hatta ben küpe niyetine sağına da soluna da bulut çizdim en özgüründen, pofuduk pofuduk uçuşsun da istediği yere konsun diye…

Özellikle kapitalizmle beraber bir kusursuzluk algısı var artık hayatımızda. Bu bazen ‘en olma’ çabası, bazen ‘hata yapmamalıyım kaygısı’, bazen ‘herkes böyle yapıyorsa ben de yapmalıyım yarışı’, her ne hissediyorsanız, neticede MÜKEMMELLİYETÇİLİK ALGISI (Bu sıkıcı hissiyatı da mı küçük harfle yazsaydım, kendini pek önemli sanmasın diye, neyse duygularımız her biri değerli, o kalsın böyle…)

NEDEN MÜKEMMEL OLMALISIN, HİÇ GÜZEL CANINA SORDUN MU?

Kapitalizmle bu durumu açıklamamın sebebi, tüketimin hayatımızın merkezine oturtulmasıyla ilgili çünkü o kadar çok şeyi o kadar hızlı tüketiyoruz, teknolojinin de gelişmesiyle beraber ve artık bizim yapabildiklerimizi diğer yapabilen pek çok kişi yapabiliyor ve ben artık ben değil hepimiz gibi oluyorum.

Güzel canınıza bir sorun bakalım, bu yarışa kendisini kaptırmasının nedeni ne:

  • Başkası tarafında eleştirilmek istemiyor olabilir.
  • Karşılaştırmadan kimse hoşlanmaz ama senin güzel canın biraz daha fazla çekiniyor olabilir bu durumdan (bir sor bakalım…)
  • “EN” olma yarışında olmanın nedeni belki de böyle bir kaygı değil de, kendinle yarışını bitiremiyor olmandır. Bu cümleyi kurarken  hep şef Arda Türkmen’in bir vitamin reklamında, tek kaşını kaldırıp, “en zorlu eleştirmeni bile memnun edebilirim, kendimi”  dediği sahne geliyor aklıma. Nedir kendinle alıp veremediğin…

SON YÜZYILIN RUH HALİ: KAYGI BOZUKLUĞU

#EvdeKalTR günlerinde azıcık rahat olacağız dediğimiz şu günlerde tek kelimeyle bombardımana tutulduk. Gerçi bu çok güzel bir şey, beni pek çok açıdan mutlu ediyor ama kapı yine aynı yere çıktı: YETİŞEMİYORUM. Okunacak kitaplar, paylaşılan PDF’ler, verilen online eğitimler, online yayınlanan konserler, operalar, baleler, tiyatrolar… Bunlar benim yetişmeye çalıştıklarım, canlı yayınları, hiç göremeyeceğimiz buluşmaları saymıyorum bile…
Bu yetişememe ve herkesten en güzelini yapmalısın hissi bizi ortak bir duyguya hatta ortak bir soruna götürdü: ‘KAYGI BOZUKLUĞU’
Neyin mükemmel olmasını istiyorsak onunla ilgili bir şeyle karşılaştığımızda kalbimiz yerinde rahat durmuyormuş gibi hızlı hızlı çarpıyor, bizi bir telaş alıyor, eksik yapmamalıyım, tam olmalı her şey, zamanında olmalı hatta mümkünse zamanından önce bitirmeliyim (benim için bu duygunun sebebi, yapmam gereken olarak öyle kenarda duruyorsa asla başka işe adapte olamıyorum, onu bir an önce yapacağım ve mümkünse aklımdan çıkaracağım, öff yazarken sıkıldım L )
PEKİ BU HİSSİN EYLEM HALİ
Hissedip bitse keşke…
Sonuçta gün sonunda bizim bir şey yapmamız isteniyor, bir ürün çıkarmamız. Pek farklı zaman diliminde bunu yaşarız. Kimimiz bu kaygı durumu yaşamak istemediğimizden dolayı yapmamız gereken şeyi sürekli erteleriz, onu teslim etmemize çok az bir zaman kalana kadar, sonuç mutsuzluk çünkü o son ana kadar filmimizin fon müziği olarak çalan “yapmalısın, yetiştirmelisin, hala duruyorsun bak” eziyeti, bunlara rağmen kalkıp da yapamamak, bir türlü veya en mükemmelini yapacağım çabası içinde günlerini, saatlerini, geceni gündüze katarak çalışman. Ah sana bir çırpıda işkolik diyenler, bilseler şu içsel huzursuzluğunu,  neden böyle olduğunu iki kelimeye sığdırırlar mıydı acaba bu durumu?
İşin adı her neyse, mükemmel yapıyor olmak harika da, süreç çok yorucu. Bu günlerde bunun kıymetini biraz daha iyi anladık ki hayat, bu tarz kaygılarla yoracak, kendimizi üzecek kadar uzun değil. Dünyadaki tüm kötülüklerin annesi alkol, sigara filan değil, STRES ve hayatlarımızda o olduğu sürece iyileştirmeye çalışacağımız hep çok şey olacak…
GELİN BİZ GÖKKUŞAĞI ÇİZELİM
Boşverin yapmak zorunda olduklarımızı, çalışkan olduğun sürece her şeyi kusursuz yaparsın zaten, yeter ki yırt at şu içindeki “EN”olma savaşını çünkü zaman barış zamanı. Bayram sabahıymış gibi kendine sıkı sıkı sarıl hatta bir makas al kendinden, ‘bayılıyorum sana güzel hatun veya yakışıklı adam’ de, vedalaş o içindeki “EN”le, o senin canavarın çünkü sana “stres yapmak”ı öğretiyor. Ne dedik, stres tüm kötülüklerin anası, kurtulmaya kendinle ilgili bağışlayamadığın şeylerden başla!
Haydi, çocukluğumuzdaki gibi gökkuşağı çizelim yine. Yedi renk dedikleri sizin sevdiğiniz 7 renk olsun ama 7 ayrı renk olsun ki gökkuşağının asaleti olan “rengarenk” olma özelliğini almayalım ondan.
Bir ucu benim kalbim olsun, diğer ucu onu gören evlerin kalbi yani bu yol kalpten kalbe giden bir yol. Bu  yolculuk hikayesi evlerimizden “dışarı çıkamasak bile beraberiz” hikayesi …
O zaman sağlıkla kavuştuğumuz günlerimize niyet edelim. Bu gökkuşağı kapınızı tıklatıyor, kabul eder misiniz?

29 Mart 2020 Pazar

KORENA GÜNLERİ


KORENA GÜNLERİ
Üstünden bir iki hafta geçmişti, bir sabah “neydi o filmin adı? Korena Günlerinde Aşk Başkadır? mı” diye kaygı içinde uyanmıştım.
Çin’ e geldiği andan itibaren o kadar çok duymuş, o kadar çok kaygılı insanı dinlemiştim ki, ya olayın ciddiyetini anlamamıştım ya da genel kaygısızlık halimle “endişe yaratılacak bir durum yok” duygu durumundaydım bilmiyorum. Virüs, daha yakınımıza gelmemişti ve ben, bu günlerin demo kaydını görmüştüm sanki… Rüyamda muhtemelen yaşamıştım da çünkü uyandığımda kalbim yerinden çok rahatsızmış gibi çarpıyordu.
Çok severim şu sözü “Allah’ın sopası mı var da gözüne soksun!”. O sopayı görmüş bir kişi olarak en kolayından derim ki “var var, vallahi o sopayla bir çarpar neye uğradığını şaşırırsın!”. Çok şükür ki, o zamanlar neye uğradığımı şaşırdığım o günleri bugün, yandan bir gülümsemeyle anabiliyorum ama biliyorum ki, bugünümüzü kaç zaman geçse de böyle bir tepkiyle anamayacağız, çok üzgünüm.
ACABA NE OLDU DA BÖYLE OLDU
Bazen süreci değil, sonucu düşünmek zorundasınız. Bugünkü durum da bence öyle.  Biraz da bilim insanlarının ilgilenmesi gereken bir durum. Üretilmiş bir virüsün üstümüze salınmış olması gibi söylemlerle çok ilgilenmedim, mantıklı gelen tarafları vardı ancak kıyametin ortasında bir çözüm bulamayacaksam bu düşüncenin etrafında kalabalık etmemeliyim diye alanı boşalttım. Halk olarak yapmam gerekenlerle ilgilendim.
Acaba ne oldu da böyle oldu. Savaş sonrasında anlatılan 2. Büyük felaketi yaşıyoruz aslında: SALGIN HASTALIK... Bu işin komik tarafı yok ama bazı capsler gerçekten başarılı, depremle açtığımız günleri savaşla devam ettirdik, salgın hastalıkla da ilerliyoruz, hayırlısıyla bitirseydik şu günleri…
HADDİMİZİ ŞAŞIRDIK
Evet, evet inancım tam olarak böyle; biz haddimizi bilmedik. Dünyanın sahibinin kendimiz olduğunu sandık. ‘Baaak gördün müüüü, ormanlarını böööle biçeriz de gökdelenler yaparız’ deyince kendimizi bu evrenin efendisi sandık. ‘Dur bakiim, sen ne yapmışsın, pıırtt baak ben ne kadan büyük ve ne kadan parlağını yaptım gördün müüü’ dedik. O da yetmedi türleri karıştırdık, evi zaten olan tüm canlıları evsiz bıraktık, bazı soyları ‘ne işe yararsınız ki?’ deyip biz istediğimiz için ortadan kaldırdık. O Kadar tükettik, o kadar tükettik ki artıklarımızla dünyanın istemediği bir şeyi kendi pisliğimizle yaptık; Pasifin ortasına yeni bir kıta kurduk. (Bu seneki bienal çok etkileyiciydi di mi hatırlayanlar…) Sebepsiz savaşların sonunda yangın yerine bırakılmış masumlar, çocuklar yahu çocuklar; varsay ki canlarını aldın, varsay ki anne babasını öldürmüş ol hangisi daha affedilebilir. İzlediğim bir film diyor du ki “affedebiliriz ama nasıl unuturuz?” (ben bu olayı, neden avcılıktan toplayıcılıktan vazgeçtiğimize getiririm de abartmayayım, burada bırakayım.)
Bu şaşırmışlıkla devam edersek de konuşulacak söz bırakır mı yaşayacaklarımız bilemiyorum.
Dünyanın sahibi sen değilsin o sopa bize, ben anladım da bunu asıl anlaması gerekenlere sormalı.
KAYGI TABİ Kİ VAR AMA SAKİN OLMALIYIZ
Neden sakinim; önceki hayatıma bakarak cevap verebilirm buna, zaten kendimize iyi bakıyorduk, egzersiz de yapıyorduk, en kötüsü paketli gıda tüketmeyerek beslenmemize özen gösteriyorduk, kendimizi stres yaratacak şeylerden uzak tutuyor, böyle hissettiğimiz zamanlarda da kaygımızı gidermenin sağlıklı yollarını buluyorduk (meditasyon gibi).
Bu hastalıkla beraber hijyen kurallarını hatırlattılar.
Benim her zaman masamda limon kolonyam olurdu. Limon kolonyası candır, kaygıyı giderir, yorgunluğu alır, öfkeyi bastırır. Buna benzer bir durum mu yaşıyoruz; çocukları önce ellerini yüzlerini yıkamaya gönderir, döndüklerinde de düğün salonunun girişindeki yandan bigudisi yeni çıkarılmış baldız gibi, limon kolonyası tutardım, hele o temizlik hissine bayılırdım.
Yaptıklarımızdan farklı olan hiçbir şey yoktu yani, kendimiz için diyebilirim ki her ne yapıyorsak devam etmeliydik.
Ekstradan yakın temas kurmayacaktık(ki bu benim en zorlandığım şey oldu, çocuklarıma, sevdiklerime sarılmamayı kendime zor öğrettim), bir de evlerimizden dışarı çıkmayacaktık.
Bu olayda beni en çok tedirgin eden şey ise 65 yaş üstünde olan insanların yaşadığı tehlikeydi. Tüm bunlar için yapabileceğimiz ise onları evden çıkarmamak bizim de mümkün olduğu kadar evden az çıkmamamızdı.

PEKİ SONRASI…
Onu o zaman gelince konuşuruz, şu süreci en az hasarla geçirelim de… Başımıza ne geldiyse ya geçmişe ne geleceğe saplanıp kalmaktan gelmedi mi, şimdi de aynı hikâye, geleceği düşünüp kendimizi daha olumsuz hale getiremeyiz, bunu kendimize yapmaya hakkımız yok.
SAAT 21.00’ de SAĞLIKÇILARIMIZI ALKIŞLAMAK
Bir iki haftadır pek çok kişiyle konuşuyorum Eğitime uzaktan eğitimle devam ediyoruz. Ben de uzaktan psikolojik danışmalık yapmaya çalışıyorum ve pek çok anne ya da baba doktor. Onların anlattıklarını anlatmayacağım ama seslerinin tınısından olayın ne kadar ciddi olduğunu anlayabiliyorum.
Her akşam saat 21.00 de onları camlara çıkıp alkışlıyoruz. Bir şey ifade etmediğini, bu kaygıları gidermediğini tabi ki biliyoruz, bu işin ne kadar zor olduğunu, yaptıkları fedakârlığın ne kadar büyük olduğunu. Ben af dilemek gibi, bunu velilerimle de paylaşıyorum; tek yapabildiğimiz bu ve sizler için dua etmekten başka hiçbir şey yapamıyoruz, üzgünüm, o kadar çok isterdim ki daha fazla şey yapabilmeyi…
Tabi 3 gün deyip de çıktığımız bu alkışlama yolunda, güvenlik görevlileri, havalimanı, market, kargo, ptt, banka çalışanları, fırınlar yani bu süreçte biz dışarı çıkmazken bir şekilde hayatımızı devam ettirmemizi sağlayan dışarı çıkıp bir günde yine onlarca insanla muhattap olan her çalışan kişi, biliyoruz ki hiçbir şey bu, ama size olan dualarımızın, teşekkürümüzün, minnettarlığımızın ulaşacağı tek araç da bu…
BERABER OLMANIN EN ZOR HALİ
Salgın ve henüz baş edemediğimiz bir virüs söz konusu olduğunda, beraber olmak kötü olabilir miydi asla, ama bu zamanlarda üzgün ve kaygılı olarak ve sadece manevi olarak beraberiz.
Bu zor günleri ise güzelleştirmeye çalışanlar ise minnettarlık ve teşekkürümü iletmek istediğim insanlar;
Örneğin;
 Nilüfer Kent Tiyatrosu, kendi sitesinde oyunlarını video olarak açtı, hala daha pek çok oyun var.
TRT 2’ de Devlet Opera, Bale, Konser Ve Tiyatroları belli saatler için etkinliklerini yayınlıyor.
Haluk Bilginer’in “Şekspir Müzikali” isimli oyun youtube’da…
Levent Üzümcü “Bu senin Hikayen” ile youtube’da
Radyo tiyatroları bizimle…
Kumbaracı 50, “gazatemustehak” yine yolun en başından itibaren bizimle beraberler…
Onlarca yayın, onlarca PDF kitap, onlarca online eğitim ve uzmanların konuşmaları…
Daha o kadar çok şey sayabilirim ki… Beraber olmanın en zor halinde, herkesin elinden gelenin en iyisini yapmaya çalışğını görmüş olduk.
Minnettarlığım ve teşekkürüm bir de onlara…
SON SÖZ
Hayatta ne geçmedi ki, bu da geçmesin… Dilerim ki kalbimizde yaralar açmadan, kalıcı hasarlar bırakmadan geçsin. (Ben işin romantik tarafındayım ama bir de bunun ekonomik tarafı var.)
Duymuşsunuzdur belki, okulların tatil olmasıyla beraber evde kalan çocuklar “evde kal, hayat eve sığar” ile beraber gökkuşağı çizip evlerinin camlarına asıyorlar. Evde kalan çocuklara yalnız olmadıklarını gösterdiler, belki de iki pencere arası çekilmiş ip misali birbirlerine mesaj gönderdiler: “Sağlıklı ve iyiyim sen de öyle ol!” Camdan canlara, kalplere uzanan bir hikâyenin gülümseyen yüzü çizdiğimiz gökkuşakları.
Bu hafta canlı derslerimde çocuklarıma da anlatacağım; Nasıl ki yağmurdan sonra güneş gelir ve tam o sırada çıkar gökkuşağı, o güzel renkleriyle umudun can bulmuş hali olur, işte camlarımıza o umudun sağlıkla birbirimize kavuştuğumuz günlerin umudunu çizip asalım. Evlerimizde olabildiğimiz halin en iyi hali olmaya çalışalım. Yoksa nasıl çıkarız bu karanlıktan aydınlığa…



24 Mart 2020 Salı

tiyatroadam-KAFKAS TEBEŞİR DAİRESİ



KAFKAS TEBEŞİR DAİRESİ

   
     1.Giriş: “tiyatroadam” dan bu oyunu izlediğim günden beri oyunla, oyuncularla ilgili yazmak istemiştim ama bir türlü gün, o gün olmadı.

Sonra gün, öyle bir gün oldu ki tiyatroadam’ın sosyal medya hesabından “16 Mart Son Oyun” ilanını gördüm. Beni aldı bir telaş, ben oyunu yazamadan oyun bitiyordu (Sanki oyunu ben yazmasam oyun izlenmeyecekti :))! Ne yapmalı; onların paylaşımlarını paylaşıp kaçırmayın mı demeli, yoksa kısa da olsa bir şeyler mi yazmalı?

      2. Giriş: Oldukça kaygılı ve önemli bir gündemimiz varken bunları yazmak pek doğru değil biliyorum ama  tiyatroadam ile sahneye konan “Kafkas Tebeşir Dairesi” ben size haber veremeden son oyunlarını oynayamadılar,  maalesef ki, bu (yorumu size ait olan) gündem nedeniyle ve son oyun olan 16 Mart oyununu iptal ettiler yani oynayamadan final yapmış oldular…
( Sağlık olsun da …)

 İlk cümlenin ne olması gerektiğine karar veremediğimden bu girişlerden hangisiyle başlamalıyım, bilemedim...

BRECHT, KAFKAS TEBEŞİR DAIRESI
tiyatroadam

Anlatılmaz yaşanır tadında bir oyun daha. Yazılarımda aklınızda kalanlar onlar olsun diye, en son anlatıyorum ama bu sefer ilk onlardan bahsetmek istiyorum, oyunculardan…

tiyatroadam’ı “Teftişör” oyunuyla tanıdım (ona da mutlaka gitmelisiniz…) Konu, anlatım çok başarılıydı ama asıl etkilendiğim şey oyuncuların en baştan en sona kadar bitmek tükenmek bilmeyen pozitif enerjileriydi. Sahnede o kadar eğleniyorlardı ki istemsiz şekilde sürekli gülüyorken buluyordunuz kendinizi. Oyunculuğu sadece enerji götürmez tabi ki, oyunculuğu anlatmayayım, yaşayın diyorum o yüzden. Bu oyunla birlikte edindiğim kanatlarımla “Kafkas Tebeşir Dairesi” ne de gittik. Aynı enerji, aynı tükenmek bilmeyen neşe ve yine harika oyunculuklarla tiyatroadam, nereye giderseniz peşinizden geliriz artık…

Ümit Aydoğdu’nun yönettiği, Çetin Kaya, Deniz Özmen, Ediz Akşehir, Esra Şengünalp, Gökhan Azlağ, Pelin Bölükbaş, Rana Büyükyılmaz’ ın oynadığı oyun beni oyunculuğun haricinde iki şeyiyle de çok etkilemişti, müzikleri ve kostüm ile dekorları.

Brecht’in oyunlarında müziklere alışkınız ancak bu sefer Ümit Aydoğdu’nun sözleri ile müzik düzenlemede Tevfik Kulak’ ı da ayakta alkışlamak gerekir. Nitekim oyundan sonraki üç gün boyunca, üç ayrı kişi, üç ayrı yerde başa sarıp sarıp bu müziği dinledik. 


Biz üç kişinin ağzını açık bırakıp hayretler içinde izleten bir başka şey ise, kullanılan dekordu, dekor değil de materyaller, materyal değil de… 

Adamlar yoktan var etmenin hikayesini yazmışlar; bidonlardan yapılmış malzemelerle kaç farklı insanı seyrettik, o bidonların içinde evleri görebiliyorduk, insan vücudunda köprüyü gördük, bez sandığımız yerde, kundaktaki çocuğu, çocuğun 2.5 yaşına geldiğini gördük, vallahi gördük, bez değil bir çocuk gördük sahiden. 

Hiç âdetim değildir, oyun izlerken yanımdaki arkadaşımla paslaşmam, tek odağım sahnedir ama anlattığım tüm bu şeyleri yaşarken arkadaşlarımla göz göze geldik, sanki bir sihirbaz gösterisindeydik ve çok başka bir şey konuşulurken bir yandan da sahnede canlı canlı bu oyunları izliyorduk.

Oyunu ben daha sonradan okudum, itiraf ediyorum izlemesem anlamazmışım. Yine de size nasıl anlatılır oyun diye düşünüyordum, bir yandan da müziği dinliyordum, fark ettim ki düşünmeme gerek yok çünkü Ümit Aydoğdu o kadar iyi anlatmış ki;

Masal masal içinde, masal hayat içinde,

Masal deyip de geçme, keramet var içinde.
Duy, duy, oğul duy, duyup da gönlünü doyur,
Gönlü dolu olanın, güneş ışığı içinde!
Duy kızım duy, sevgi var sözümde,
Sevgi gören gözün mü en karanlık gününde?
Evvel zaman içinde, kan-ı revan içinde,
Bir kent varmış namı çıkmış, namı: Lanet…
Başında bir vali, adı Georgi Abeşvili!
Kendi Karun mu Karun; avradı var cins bir hatun,
Evladı var nur topu gibi.
Evvel zaman içinde,
Yediği önünde, yemediği ardında,
Açlıktan kırılmış, ağam kimin umurunda!
Saltanatı daim olsun yeter,
Halkı sorarsan eğer; yarını dünden beter.
Yine de çok sevilir gücü elinde tutan,
En yakınında durur, büyük lokma yutan.
Ama güç elden gitti mi, ilk yapışandır gırtlağına en yakındaki!
Bu masal da diğerlerine benzer;
Güçlü hep güçsüzü ezer.
İnsanlık yitip giderken çıkar yoluna,
Bazen her şey oturur rayına.
Kim daha iyi bilir insanlığı;
Alın teri döküp çalışandan?
Bilmediği şey hak yiyenin, bilgeliğidir hakkı yenenin.
Tebeşir Dairesi masalı beni sana, seni bana anlatır
Döner dolaşır, aynı şeyi hatırlatır: aldanıp güvenme kimsenin gücüne, güveneceksen güven yalnızca kendi EMEĞİNE…

En başta dediğim gibi, tiyatroadam son oyununu oynayamadan  final oldu. Her bitiş çok güzel başlangıçlara gebedir, hele de tiyatroadam söz konusuysa.

Ama, yine de, evde kalalım diye, hani çok şeyler yapılıyor ya biz tiyatro severlere, bu oyun da online olarak karşımıza çıkar belki, olmaz mıııı, olabilir…



21 Mart 2020 Cumartesi

NİLÜFER KENT TİYATROSU-YANGINLAR




YANGINLAR

Bursa’da okuduğum için uzun yıllar Bursa’daydım, yani Bursa’ da tiyatro çok izledim.
Nilüfer Belediyesi Kent Tiyatrosu, İstanbul Büyükşehir Belediye tiyatrolarına konuk tiyatro olarak gelmiş, Yangınlar oyunuyla, kaçırılır mıydı bu fırsat, sadece nostaljik sebeplerden değildi oyuna koşarak gitmem. Türk Toplumunun ferdiysen çoktan öğrenmişsindir ki, misafirperverlik bizim en önemli özelliklerimizden biridir.

Konuyu hiç bilmeden gittiğim oyunlardan biri oldu Yangınlar. Tek bildiğim yıllar önce Devlet Tiyatrolarında "Yanık" ismiyle oynamış olduğu. Her zamanki gibi adından belliydi, tadının ne olduğu. Kendime tek bir soru sordum: Yürekleri bu kadar yakan ne olabilirdi?
Oyunun bitiminde kimse sağ çıkmadı o sahneden, otobüs duraklarına geldiğimizde hala ağlayanlarımız vardı hatta…

Yazarın izlediğim 2. Oyunuydu, ilki Kıyı (hakkında konuşulmalı belki). Meğer yazarın dörtlemesinin 2. oyunuymuş “Yangınlar”; “Kıyı” ise dörtlemenin birinci oyunuymuş. Yazar, soluk almamamıza yemin etmiş olmalı ki, dörtleme yazmış. Sabırsızlıkla diğerlerini de izlemek istiyorum.
İlk replikten itibaren şaşkınlıkla izledim oyunu, şaşırdığım şey ise erkek bir yazarın bir kadın duygusunu bu kadar iyi anlatmasıydı.




Oyun yıllarca susmuş, kimsenin anlam veremediği işleri olan, çocuklarına sevgi gösterememiş bir annenin acımasız vasiyetiyle başlıyor. Yıllar öncesi “Eşkıya” filmini izledikten sonra Keje’nin neden sustuğunu anlamamıştım. İnsan neden tüm güzelliklere rağmen susar, belki de güzel olan hiçbir şeyin kalmamasındandır!


Garip bir Nawal’ın hikayesiydi oyun. Garip derken ezilmişlikten değil, ezilmeye çalışılırken bile ezilmemekten bahsediyorum. Aşk ile olan bir bebeğin hayatın acımasız rüzgarlarıyla savruluşuydu ve çocuğuna olan tutkusu ile yollara düşen bir Nawal’ın hikayesi. Bilenlerin verdiği akılla çıktı yola; “itiraz etmek için okuma yazma bilmelisin, okumayı, yazmayı, sayıları öğren!” demişti, bilge kişi. Nawal da yolunda, verilen bu nasihati, bir asker gibi yapmıştı. Hedef bu kadar netten odağından uzaklaşmamak böyle olur demek ki.

Yolculuğunda yeni bir yol arkadaşı olmuştu ve ne yaşıyorlarsa birlikte yaşadılar. İki kadının birlikte yeni bir yolları yoktu ama işin “Nasıl”ı o kadar değişti ki… Gün geldi yollar ayrıldı.

 Yapılan haksızlıklar, boğazımızdan alev alev çıkıyor bazen, sesin yetmiyor; kolunu kullanıyorsun, kolun yetmiyor; bacağını kullanıyorsun, adaletsizlik o kadar büyük ki, tüm bedenini kullansan ne fayda, ama insanım ben, ölüme kadar varım bu yolda, ölene kadar varım bu insanlarla.

Tam bu yerde oyunculardan bahsetmek istiyorum: Tiyatroyu bu yüzden seviyorum; kelimeler ne kadar güçlü olursa olsun, kitaplarda hep yalnızsınız, en güzel yalnızlık, kendi kendinize… Tiyatro da okuduğunuz her şey, ete kemiğe bürünüyor. Tüm o cümleler, “bak” diyor “benim sesim bu”, “görüntüm bu ve ben bu cümleyi böyle söylüyorum”. Yönetmenin insafında bir özgürlük bu. Oyuncularla beraber olduğunuzda diyorsunuz ki, “hah ben tam olarak böyle söylerdim bunu”. Daha önceden okumadığım, izlemediğim bu oyun için ise ben hep şunu dedim “acın, meğer benim acımmış”. Oyunculuklar o kadar başarılıydı ki, kalbimi avuçlarının içinde sıkan el hiç hafifletmedi gücünü. Çok uzun bir oyun olmamasına rağmen ara vermeleri çok iyi olmuştu ama neden ara 15 dakikaydı? Kalpten ölmeyelim diyeymiş. Hangi oyuncuyu alkışladığımızı şaşırdığımız, her biriyle “O“ olduğumuz,  kahramanlar izledik o gece. Pelerinsiz kahramanlardı hepsi.

Halikarnas Balıkçısı'nın dediği gibi; halk zaten eziyete idmanlıydı. Ben en başından beri ben bu hikâyeyi biliyorum dedim. İlk perde bitip ışıklar yanar yanmaz, arkadaşıma “bak, işte ben bunu yazmak istiyorum” dedim. Maalesef yaşanmış, bilindik ama sıradan olmayan bir hikâye! Hey hat, ikinci perdenin her bölümünde, her repliğinde ve tiradında lanetler ettiren bir hikâye!

Yolda oluşun hikayesiydi bu ama iki ayrı zamanda iki ayrı yerde. Ne gariptir ki, o çokgenin içinde tüm aile bireyleri bellerinden bir urganla birbirlerine bağlıydılar aslında. Bu ne korkunç bir bağ, bütün bağları kesebileceğiniz kadar korkunç.

En başlarda bir ayrıntı var; aşığın, aşığına verdiği ufacık bir hediye, tüm bağların çorap söküğü gibi çözülmesini sağlayan bu hediye, maalesef rol değiştiriyordu ikinci perdede, romantizmin göz görecek hali kalmıyordu artık…

Annenin ruhu aydınlanmıştı sanki, belli ki umut içinde hala öyle sesleniyordu. Oyuncuların umutlu ve gözyaşlarıyla dolu hikayesiydi finali.
 İnsan celladına âşık olur muydu, oldu, olduk. O akşam sahneden sağ ayrılmayanlar son dakikalarda kahramanların boynuna sarılıp ağladılar sanki…

Şimdi gelelim bir diğer önemli meseleye, yönetmene: Murat Daltaban!

Reji, bu kadar iyi olmasaydı, karışık bir oyun olabilirdi, sarkmış bir oyun olabilirdi, aşkın vahşi bir hayvanın pençesinde nasıl parçalandığını anlayamamış, savaşın galip geleni olmayacağını anlayamamış olabilirdik. Hiç yüzünü görmediğiniz, oyunda veya sonrasında izlemediğiniz bu adamı, sahneye dokunduğu her yerde, bir yerleri eliyle düzelttiğini gördüm. Yönetmenin müdahalesi ile ne veziri, sultan olan bir oyundu Yangınlar!

İçinizi cayır cayır yakmak istemiyorsanız sakın gitmeyin bu oyuna ama dinlediğiniz hikayelerin, yürekleri nasıl dağladığını görmek için ise mutlaka gidin. Yaşanmasın diye tövbeler çekeceğimiz, tahtalara kulaklarımızı çeke çeke vuracağımız bu hikâye, anlatılmaz yaşanır tadında olsa da çok şükür ki bu oyun sayesinde yaşamadan çok iyi anlayacağımız bir tiyatro olmuş.

Konuya dair çok renk vermemeliyim güdüsüyle haklı bir çabam var, anlarsınız beni. Bazı oyunlara iki kere gidilir, bu oyun için ise İstanbul’dan Bursa’ya gidilir!
İyi ki geldiniz Nilüfer Belediyesi Kent Tiyatrosu ve oyuncuları, ayaklarınız dert görmesin…