21 Mart 2020 Cumartesi

NİLÜFER KENT TİYATROSU-YANGINLAR




YANGINLAR

Bursa’da okuduğum için uzun yıllar Bursa’daydım, yani Bursa’ da tiyatro çok izledim.
Nilüfer Belediyesi Kent Tiyatrosu, İstanbul Büyükşehir Belediye tiyatrolarına konuk tiyatro olarak gelmiş, Yangınlar oyunuyla, kaçırılır mıydı bu fırsat, sadece nostaljik sebeplerden değildi oyuna koşarak gitmem. Türk Toplumunun ferdiysen çoktan öğrenmişsindir ki, misafirperverlik bizim en önemli özelliklerimizden biridir.

Konuyu hiç bilmeden gittiğim oyunlardan biri oldu Yangınlar. Tek bildiğim yıllar önce Devlet Tiyatrolarında "Yanık" ismiyle oynamış olduğu. Her zamanki gibi adından belliydi, tadının ne olduğu. Kendime tek bir soru sordum: Yürekleri bu kadar yakan ne olabilirdi?
Oyunun bitiminde kimse sağ çıkmadı o sahneden, otobüs duraklarına geldiğimizde hala ağlayanlarımız vardı hatta…

Yazarın izlediğim 2. Oyunuydu, ilki Kıyı (hakkında konuşulmalı belki). Meğer yazarın dörtlemesinin 2. oyunuymuş “Yangınlar”; “Kıyı” ise dörtlemenin birinci oyunuymuş. Yazar, soluk almamamıza yemin etmiş olmalı ki, dörtleme yazmış. Sabırsızlıkla diğerlerini de izlemek istiyorum.
İlk replikten itibaren şaşkınlıkla izledim oyunu, şaşırdığım şey ise erkek bir yazarın bir kadın duygusunu bu kadar iyi anlatmasıydı.




Oyun yıllarca susmuş, kimsenin anlam veremediği işleri olan, çocuklarına sevgi gösterememiş bir annenin acımasız vasiyetiyle başlıyor. Yıllar öncesi “Eşkıya” filmini izledikten sonra Keje’nin neden sustuğunu anlamamıştım. İnsan neden tüm güzelliklere rağmen susar, belki de güzel olan hiçbir şeyin kalmamasındandır!


Garip bir Nawal’ın hikayesiydi oyun. Garip derken ezilmişlikten değil, ezilmeye çalışılırken bile ezilmemekten bahsediyorum. Aşk ile olan bir bebeğin hayatın acımasız rüzgarlarıyla savruluşuydu ve çocuğuna olan tutkusu ile yollara düşen bir Nawal’ın hikayesi. Bilenlerin verdiği akılla çıktı yola; “itiraz etmek için okuma yazma bilmelisin, okumayı, yazmayı, sayıları öğren!” demişti, bilge kişi. Nawal da yolunda, verilen bu nasihati, bir asker gibi yapmıştı. Hedef bu kadar netten odağından uzaklaşmamak böyle olur demek ki.

Yolculuğunda yeni bir yol arkadaşı olmuştu ve ne yaşıyorlarsa birlikte yaşadılar. İki kadının birlikte yeni bir yolları yoktu ama işin “Nasıl”ı o kadar değişti ki… Gün geldi yollar ayrıldı.

 Yapılan haksızlıklar, boğazımızdan alev alev çıkıyor bazen, sesin yetmiyor; kolunu kullanıyorsun, kolun yetmiyor; bacağını kullanıyorsun, adaletsizlik o kadar büyük ki, tüm bedenini kullansan ne fayda, ama insanım ben, ölüme kadar varım bu yolda, ölene kadar varım bu insanlarla.

Tam bu yerde oyunculardan bahsetmek istiyorum: Tiyatroyu bu yüzden seviyorum; kelimeler ne kadar güçlü olursa olsun, kitaplarda hep yalnızsınız, en güzel yalnızlık, kendi kendinize… Tiyatro da okuduğunuz her şey, ete kemiğe bürünüyor. Tüm o cümleler, “bak” diyor “benim sesim bu”, “görüntüm bu ve ben bu cümleyi böyle söylüyorum”. Yönetmenin insafında bir özgürlük bu. Oyuncularla beraber olduğunuzda diyorsunuz ki, “hah ben tam olarak böyle söylerdim bunu”. Daha önceden okumadığım, izlemediğim bu oyun için ise ben hep şunu dedim “acın, meğer benim acımmış”. Oyunculuklar o kadar başarılıydı ki, kalbimi avuçlarının içinde sıkan el hiç hafifletmedi gücünü. Çok uzun bir oyun olmamasına rağmen ara vermeleri çok iyi olmuştu ama neden ara 15 dakikaydı? Kalpten ölmeyelim diyeymiş. Hangi oyuncuyu alkışladığımızı şaşırdığımız, her biriyle “O“ olduğumuz,  kahramanlar izledik o gece. Pelerinsiz kahramanlardı hepsi.

Halikarnas Balıkçısı'nın dediği gibi; halk zaten eziyete idmanlıydı. Ben en başından beri ben bu hikâyeyi biliyorum dedim. İlk perde bitip ışıklar yanar yanmaz, arkadaşıma “bak, işte ben bunu yazmak istiyorum” dedim. Maalesef yaşanmış, bilindik ama sıradan olmayan bir hikâye! Hey hat, ikinci perdenin her bölümünde, her repliğinde ve tiradında lanetler ettiren bir hikâye!

Yolda oluşun hikayesiydi bu ama iki ayrı zamanda iki ayrı yerde. Ne gariptir ki, o çokgenin içinde tüm aile bireyleri bellerinden bir urganla birbirlerine bağlıydılar aslında. Bu ne korkunç bir bağ, bütün bağları kesebileceğiniz kadar korkunç.

En başlarda bir ayrıntı var; aşığın, aşığına verdiği ufacık bir hediye, tüm bağların çorap söküğü gibi çözülmesini sağlayan bu hediye, maalesef rol değiştiriyordu ikinci perdede, romantizmin göz görecek hali kalmıyordu artık…

Annenin ruhu aydınlanmıştı sanki, belli ki umut içinde hala öyle sesleniyordu. Oyuncuların umutlu ve gözyaşlarıyla dolu hikayesiydi finali.
 İnsan celladına âşık olur muydu, oldu, olduk. O akşam sahneden sağ ayrılmayanlar son dakikalarda kahramanların boynuna sarılıp ağladılar sanki…

Şimdi gelelim bir diğer önemli meseleye, yönetmene: Murat Daltaban!

Reji, bu kadar iyi olmasaydı, karışık bir oyun olabilirdi, sarkmış bir oyun olabilirdi, aşkın vahşi bir hayvanın pençesinde nasıl parçalandığını anlayamamış, savaşın galip geleni olmayacağını anlayamamış olabilirdik. Hiç yüzünü görmediğiniz, oyunda veya sonrasında izlemediğiniz bu adamı, sahneye dokunduğu her yerde, bir yerleri eliyle düzelttiğini gördüm. Yönetmenin müdahalesi ile ne veziri, sultan olan bir oyundu Yangınlar!

İçinizi cayır cayır yakmak istemiyorsanız sakın gitmeyin bu oyuna ama dinlediğiniz hikayelerin, yürekleri nasıl dağladığını görmek için ise mutlaka gidin. Yaşanmasın diye tövbeler çekeceğimiz, tahtalara kulaklarımızı çeke çeke vuracağımız bu hikâye, anlatılmaz yaşanır tadında olsa da çok şükür ki bu oyun sayesinde yaşamadan çok iyi anlayacağımız bir tiyatro olmuş.

Konuya dair çok renk vermemeliyim güdüsüyle haklı bir çabam var, anlarsınız beni. Bazı oyunlara iki kere gidilir, bu oyun için ise İstanbul’dan Bursa’ya gidilir!
İyi ki geldiniz Nilüfer Belediyesi Kent Tiyatrosu ve oyuncuları, ayaklarınız dert görmesin…

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder