KORENA GÜNLERİ
Üstünden bir iki hafta
geçmişti, bir sabah “neydi o filmin adı? Korena Günlerinde
Aşk Başkadır? mı” diye kaygı içinde uyanmıştım.
Çin’ e geldiği andan itibaren o kadar çok duymuş, o
kadar çok kaygılı insanı dinlemiştim ki, ya olayın ciddiyetini anlamamıştım ya da genel kaygısızlık halimle “endişe yaratılacak bir durum yok” duygu durumundaydım bilmiyorum. Virüs,
daha yakınımıza gelmemişti ve ben, bu günlerin demo kaydını görmüştüm sanki… Rüyamda muhtemelen yaşamıştım da çünkü uyandığımda kalbim yerinden çok rahatsızmış gibi çarpıyordu.
Çok severim şu sözü “Allah’ın sopası mı var da gözüne soksun!”. O sopayı görmüş bir kişi olarak en kolayından derim ki “var var, vallahi
o sopayla bir çarpar neye uğradığını şaşırırsın!”. Çok şükür ki,
o zamanlar neye uğradığımı şaşırdığım o günleri bugün, yandan bir gülümsemeyle anabiliyorum
ama biliyorum ki, bugünümüzü kaç zaman geçse de böyle bir tepkiyle anamayacağız, çok üzgünüm.
ACABA NE OLDU DA BÖYLE OLDU
Bazen süreci değil, sonucu düşünmek zorundasınız. Bugünkü durum da bence öyle. Biraz da bilim insanlarının ilgilenmesi gereken
bir durum. Üretilmiş bir virüsün üstümüze salınmış olması gibi söylemlerle çok ilgilenmedim, mantıklı gelen tarafları
vardı ancak kıyametin ortasında bir çözüm bulamayacaksam bu düşüncenin etrafında kalabalık etmemeliyim diye alanı boşalttım. Halk olarak yapmam gerekenlerle ilgilendim.
Acaba ne oldu da böyle
oldu. Savaş sonrasında anlatılan 2. Büyük felaketi yaşıyoruz aslında: SALGIN HASTALIK... Bu işin komik tarafı yok ama bazı capsler gerçekten başarılı, depremle açtığımız günleri savaşla devam
ettirdik, salgın hastalıkla da ilerliyoruz, hayırlısıyla bitirseydik şu günleri…
HADDİMİZİ ŞAŞIRDIK
Evet, evet inancım tam
olarak böyle; biz haddimizi bilmedik. Dünyanın sahibinin kendimiz olduğunu sandık. ‘Baaak gördün müüüü, ormanlarını böööle biçeriz de
gökdelenler yaparız’ deyince kendimizi bu evrenin efendisi sandık. ‘Dur bakiim,
sen ne yapmışsın, pıırtt baak ben ne kadan büyük ve ne kadan
parlağını yaptım gördün müüü’ dedik. O da yetmedi
türleri karıştırdık, evi zaten olan tüm canlıları evsiz
bıraktık, bazı soyları ‘ne işe yararsınız ki?’ deyip biz istediğimiz için ortadan kaldırdık. O Kadar tükettik, o kadar tükettik ki
artıklarımızla dünyanın istemediği bir şeyi kendi pisliğimizle
yaptık; Pasifiğin ortasına yeni bir kıta kurduk. (Bu seneki
bienal çok etkileyiciydi di mi hatırlayanlar…) Sebepsiz savaşların sonunda yangın yerine bırakılmış
masumlar, çocuklar yahu çocuklar; varsay ki canlarını aldın, varsay ki anne
babasını öldürmüş ol hangisi daha affedilebilir. İzlediğim bir film diyor du ki “affedebiliriz ama nasıl
unuturuz?” (ben bu olayı, neden avcılıktan toplayıcılıktan vazgeçtiğimize getiririm de abartmayayım, burada bırakayım.)
Bu
şaşırmışlıkla devam edersek de konuşulacak söz bırakır mı yaşayacaklarımız bilemiyorum.
Dünyanın
sahibi sen değilsin o sopa bize, ben anladım da bunu asıl
anlaması gerekenlere sormalı.
KAYGI TABİ Kİ VAR
AMA SAKİN OLMALIYIZ
Neden
sakinim; önceki hayatıma bakarak cevap verebilirm buna, zaten kendimize iyi
bakıyorduk, egzersiz de yapıyorduk, en kötüsü paketli gıda tüketmeyerek
beslenmemize özen gösteriyorduk, kendimizi stres yaratacak şeylerden uzak tutuyor, böyle hissettiğimiz
zamanlarda da kaygımızı gidermenin sağlıklı yollarını buluyorduk (meditasyon gibi).
Bu
hastalıkla beraber hijyen kurallarını hatırlattılar.
Benim
her zaman masamda limon kolonyam olurdu. Limon kolonyası candır, kaygıyı
giderir, yorgunluğu alır, öfkeyi bastırır. Buna benzer bir durum mu
yaşıyoruz; çocukları önce ellerini yüzlerini
yıkamaya gönderir, döndüklerinde de düğün salonunun girişindeki
yandan bigudisi yeni çıkarılmış baldız gibi, limon kolonyası tutardım, hele o
temizlik hissine bayılırdım.
Yaptıklarımızdan
farklı olan hiçbir şey yoktu yani, kendimiz için diyebilirim ki her
ne yapıyorsak devam etmeliydik.
Ekstradan
yakın temas kurmayacaktık(ki bu benim en zorlandığım şey oldu, çocuklarıma, sevdiklerime sarılmamayı kendime zor öğrettim), bir de evlerimizden dışarı çıkmayacaktık.
Bu
olayda beni en çok tedirgin eden şey ise 65 yaş üstünde olan insanların yaşadığı tehlikeydi. Tüm bunlar için yapabileceğimiz ise onları evden çıkarmamak bizim de mümkün olduğu kadar evden az çıkmamamızdı.
PEKİ
SONRASI…
Onu
o zaman gelince konuşuruz, şu süreci en az hasarla geçirelim de… Başımıza ne geldiyse ya geçmişe ne geleceğe saplanıp kalmaktan gelmedi mi, şimdi de aynı hikâye, geleceği düşünüp kendimizi daha olumsuz hale getiremeyiz,
bunu kendimize yapmaya hakkımız yok.
SAAT 21.00’ de SAĞLIKÇILARIMIZI
ALKIŞLAMAK
Bir
iki haftadır pek çok kişiyle konuşuyorum Eğitime uzaktan eğitimle
devam ediyoruz. Ben de uzaktan psikolojik danışmalık
yapmaya çalışıyorum ve pek çok anne ya da baba doktor. Onların
anlattıklarını anlatmayacağım ama seslerinin tınısından olayın ne kadar
ciddi olduğunu anlayabiliyorum.
Her
akşam saat 21.00 de onları camlara çıkıp alkışlıyoruz. Bir şey ifade etmediğini, bu
kaygıları gidermediğini tabi ki biliyoruz, bu işin ne
kadar zor olduğunu, yaptıkları fedakârlığın ne kadar büyük olduğunu. Ben af dilemek gibi, bunu velilerimle de
paylaşıyorum; tek yapabildiğimiz bu ve sizler için dua etmekten başka
hiçbir şey yapamıyoruz, üzgünüm, o kadar çok isterdim ki
daha fazla şey yapabilmeyi…
Tabi
3 gün deyip de çıktığımız bu alkışlama yolunda, güvenlik görevlileri, havalimanı, market, kargo,
ptt, banka çalışanları, fırınlar yani bu süreçte biz dışarı çıkmazken bir şekilde hayatımızı devam ettirmemizi sağlayan dışarı çıkıp bir günde yine onlarca insanla muhattap
olan her çalışan kişi, biliyoruz ki hiçbir şey bu, ama size olan dualarımızın, teşekkürümüzün,
minnettarlığımızın ulaşacağı tek araç da bu…
BERABER OLMANIN EN ZOR HALİ
Salgın
ve henüz baş edemediğimiz bir virüs söz konusu olduğunda, beraber olmak kötü olabilir miydi asla, ama bu zamanlarda
üzgün ve kaygılı olarak ve sadece manevi olarak beraberiz.
Bu
zor günleri ise güzelleştirmeye çalışanlar ise minnettarlık ve teşekkürümü iletmek istediğim insanlar;
Örneğin;
Nilüfer Kent Tiyatrosu, kendi sitesinde
oyunlarını video olarak açtı, hala daha pek çok oyun var.
TRT
2’ de Devlet Opera, Bale, Konser Ve Tiyatroları belli saatler için
etkinliklerini yayınlıyor.
Haluk
Bilginer’in “Şekspir Müzikali” isimli oyun youtube’da…
Levent
Üzümcü “Bu senin Hikayen” ile youtube’da
Radyo
tiyatroları bizimle…
Kumbaracı
50, “gazatemustehak” yine yolun en başından itibaren bizimle beraberler…
Onlarca
yayın, onlarca PDF kitap, onlarca online eğitim ve uzmanların konuşmaları…
Daha
o kadar çok şey sayabilirim ki… Beraber olmanın en zor halinde,
herkesin elinden gelenin en iyisini yapmaya çalıştığını görmüş olduk.
Minnettarlığım ve teşekkürüm bir de onlara…
SON SÖZ
Hayatta
ne geçmedi ki, bu da geçmesin… Dilerim ki kalbimizde yaralar açmadan, kalıcı
hasarlar bırakmadan geçsin. (Ben işin romantik tarafındayım ama bir de bunun
ekonomik tarafı var.)
Duymuşsunuzdur belki, okulların tatil olmasıyla beraber evde kalan
çocuklar “evde kal, hayat eve sığar” ile beraber gökkuşağı çizip evlerinin camlarına asıyorlar. Evde kalan
çocuklara yalnız olmadıklarını gösterdiler, belki de iki pencere arası çekilmiş ip misali birbirlerine mesaj gönderdiler: “Sağlıklı ve iyiyim sen de öyle ol!” Camdan canlara, kalplere uzanan bir
hikâyenin gülümseyen yüzü çizdiğimiz gökkuşakları.
Bu
hafta canlı derslerimde çocuklarıma da anlatacağım;
Nasıl ki yağmurdan sonra güneş gelir
ve tam o sırada çıkar gökkuşağı, o güzel renkleriyle umudun can bulmuş hali olur, işte camlarımıza o umudun sağlıkla birbirimize kavuştuğumuz günlerin umudunu çizip asalım. Evlerimizde
olabildiğimiz halin en iyi hali olmaya çalışalım. Yoksa nasıl çıkarız bu karanlıktan aydınlığa…
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder