Ben, devlet tiyatrolarını oldum olası severim. Dekoruyla,
oyuncusuyla, metniyle devletin en güçlü halini yaşıyormuşum gibi hissederim.
Bence Devlet Tiyatrolarında yaşadığım haz, sadece kişisel hissettiklerim değil
ama devlet tiyatrolarında takılacak bir şey kesinlikle buluyorsunuz.
Çok duyduğumuz bir oyundu Uçmak- Hazarfen!
Oyunların çoğunda konuyu okumam, sahnede bana sürpriz
yapılıyormuş gibi hissetmek isterim ama Uçmak-Hazarfen gibi bir oyunun kokusu,
tadından tatlıydı, yani adından zaten, konusunun ne olduğunu biliyorduk…
Hazarfen, nasıl anlatılır ki; hayallerine tutunarak uçan,
tutkulu bir aşığın hikayesi! Oyuncusunun coşkusu, çılgınlar gibi, her karakterde
defalarca karşınıza çıkıyor. Daha güzeli, o çığlıklarla öyle bir cümbüşün içinde
kalıyorsunuz ki şaşkınlıktan diliniz tutuluyor, bense pek çok yerinde
ağladığımı itiraf etmeliyim. Acıklı bir şey olduğunda ağlamak algısını
kıracağız birlikte çünkü ben o gün, aşkın coşkusundan öylesine etkilendim ki, o
aşkın coşkusuyla ağladım. Oyuncuların o bitmez enerjisiyle tam olarak
yaşadığım Osmanlı Dönemi 17. yüzyıl yıllarıydı. Hoşluk kalsın diye
bahsetmeyeceğim ama kendinizi bir ara tiyatro harici bir sanatın ortasında da
bulabilirsiniz. Ne demiş Bülent Ortaçgil; olamaz mııı, olabilir… (O
performanstan sonra başıma üç elma düştü, anca düştüğü için mahcubum ama bazen
uyanmak zaman alıyor, başka bir oyunu anlatırken bundan bahsedeceğim.)
Hani en başta devletin gücünü hissediyorum dedim ya, onu en
çok hissettiğim yer dekor oldu. Işıklar ve projeksiyon gibi herkesin
kullanabileceği şeylerle her mekanı soluduk, her nerede oynuyorsa kendimizi
orada hissettik; kâh martıların sesiyle deniz kenarı oldu orası, kah Galata’nın
içi, kah meydandaki bir kahve, kah çarşı ama ne oldurmak istiyorlarsa o oldu;
aynı bir insana kostüm giydirir gibi kostümünü giydirdiler ve çıkardılar
sahnenin, ama ne güzel yaptılar…Dönem geçmiş dönemdi, empati kurmak zor olabilirdi, bu
sayede her noktayı gördük.
Siz, Hazarfen ile Evliya Çelebi’nin ve Lagari Hasan Çelebi’nin aynı dönem yaşadığını bilirsiniz de birbirleriyle sohbet ettiğini görseniz neler hissederdiniz? Benim tutulup kaldığım sahnelerden biriydi bu sahneler… Üç büyükler olarak oradaydılar ve hepsine soracak o kadar çok sorum vardı ki, Hazarfen ile olan sohbetleri kadar dinleyebildim. Hepsinin Padişah ile olan ilişkisi, padişah kavramının bu önemli insanların hayatında ne kadar etkili olduğunu görmek de etkileyiciydi.
Oyunda 3 tane de çocuk oyuncu vardı, hepimiz bir zamanlar
çocuktuk, çok iyi hatırlarız, o kalbimizin üstünde uçan kelebeklerin
serinliğini, coşkunun gözlerimizden yayılan enerjisini… O, 3 çocuk da sizi
çocukluğunuza geri götürecek… Ama Hazarfen’in çocukluğunu oynayan Ömer Faruk
Çalışkan’dan bahsetmemek olur mu, ateş parçası derler ya, hiç vazgeçmedi ateşin
parçası olmaktan, gözlerindeki ışıltı o
kadar fazlaydı ki, biraz ben alıp eve bile götürdüm…
Çocuk Hazarfen… Sahi ya, çocukken başlar böylesine tutku,
insanın içinden gelir, kimse öğretmez bunu, sadece bir kez o cevher alev alsın
da , ateş sonrasında gelecektir zaten.
Şimdi anlatacağım bölümü özellikle sona ayırdım, en son okuyun da aklınızdan
çıkmasın, hiç merak etmiyorsanız bile bu ismi izlemek için gidin diye: Uçmak-
Hazarfen’ de tutkunun adı Tolga Evren’di.
Tolga Evren, salona alındığımızda salonda karşılıyor bizi.
Seyirci olan ben için, gariptir bu durum, kendinizi o kişinin evine girmiş gibi
hissedersiniz, oyunun başlamasına on beş dakika olsa bile fısıltıyla konuşur,
telefonu hemen kapatırsınız çünkü oyuncu oyununa başlamıştır. Tolga Evren’in
her seferinde, mucizeyi bulmuş gibi bakması, farklı bir dünyada
yaşıyormuşcasına sahnede dolaşması ve daha pek çok şey hayranlıktan başka bir
etki bırakmadı bende…
İnsan aşık olduğunda ayakları yere basmaz, dünyada olanlar
onu pek de ilgilendirmez gibi davranır ya, Tolga Evren’in soluğunda bile uçmaya
dair hasretini ve inancını görebiliyordunuz.
Kardeşim ne inançmış ama gözü kör
olmak dedikleri türden çünkü Hazarfen öncesi, ölümle sonuçlanan bir uçma
deneyimi yaşanmış Osmanlı’da. Hazarfen’in arkasından da deli diye bakılıyormuş mesela!
Ama bahsettiğimiz bir insandı neticede, şunları da yaşamış
Hazarfen; Hazarfen’nin hiç evli olduğu, ona aşık olunduğu gelir miydi aklınıza
ya da bir kayın pederi olduğu? O da yaşamış tüm bu ilişkileri ama eninde sonunda, böyle tutkulu bir bilim adamının geleceği yer, kendi çılgın dünyasıydı yani
dışarıdaki herkes kendi kendine gelin güvey olmuşlardı. İnancın böylesi, lokma
yutturmazdı insana.

Nasıl olmuş peki, Galata’dan nasıl atladı sahnedeyken, diye
soranlar, vallahi ben oradaydım; Hazarfen ile uçtuğumu söyleyebilirim. Dönemin padişahı 4. Murat
bile izlemeye gelmiş, deli dedikleri bu yürekli insanı.
4. Murat hiç inanmadığı bu hikâyeyi dinlemeye geldiğinde
bakmış ki hiç de sandığı gibi değil, evet bu adam ne söylediyse yapmış, sonra
da bir tarih klasiği olan “bu çılgın istediği her şeyi yapar” diye ürküp
Hazarfen’i Cezayir’ e sürmüş. Oyunun tam bu yerinde acı acı gülüyorsunuz, ben
hayal kırıklığına uğradım; bu insan daha neler yapar dedim ve onun hiçbir şey
yapmasına izin vermediler yani biz ağlanacak halimize gülümsedik sessizce. Bu
huy, genlerimizde varmış demek ki, ezelinden beri işler böyleymiş. Vah tüh
demeden, sadece kalbimdeki acı kalmıştı, ne fayda…
Sonuç olarak, 2.kez izlenmeyi hakkeder
Hazarfen ve Tolga Evren…
Oyun bitiminde, oyuncuları, özellikle Tolga Evren’i
alkışlarken, ne kadar çığlık atmışsam ertesi gün boğazım ağrıyordu. Eee kolay
değil nutkun tutulmuşçasına 2 saatin ardından ağzınızdan çıkan ilk kelime çığlık
çığlığa "bravo" oluyorsa… Tabi ki bu alkış bize bu şöleni izleten herkeseydi…
Tiyatro iyileştirir, bu yüzden sahnedeki oyun izlenir
ama Hazarfen kesinlikle izlenmelidir!
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder