19 Ağustos 2014 Salı

EN BÜYÜK ASKER BİZİM ASKER



UFAK BİR MOLA

13.08. 2014 tarihinde kardeşimi askere gönderdik. Buraya yazarken ''tek kardeşim'' yazacaktım, Yazarken farkettim ki 10 kardeşin olsa yine aynı hasreti yaşardın, kaç kardeşin olduğunun hiç bir önemi yok.
Mesele askere gitmiş olduğu değildi (değil miydi?). Mesele bu kadar demokrasiden uzak bir yönetimde olan devletimize gönderilen askerin benim kardeşim olmasıydı? Peki neden?
 Yaratılmak istenilen korku ütopyası artık gerçektir; insanlar gerçekten korkuyorlar: fakir olmaktan, aç kalmaktan, savaş çıkmasından, gençlerin beyhude yere ölmeye devam etmesinden, insanların boş umutlarıyla birbirine saldırmasından.
Duyuyorum duyuyorum, tüm bu korkulara rağmen gerçek olmuyor mu tüm bunlar? Gerçekten fakiriz, eskiden en azından orta gelirliydik, günümüzde kazandığımız tüm parayı faturalarımıza harcıyoruz, mutfak bile kıstığımız alan oldu. Çocuklar ölüyor, hem de yarattıkları savaşla hiçbir ilgileri olmamasına rağmen, Gazze değil burası, Türkiye, hem de metropolun en çok insan akan yeri: Taksim. Bugün memleketimde uyum süreci dediğimiz esnada bir zamanlar bizimle ''halkların kardeşliği'' diye bağıran insanlarımıza tabiri caizse bir parmak balla tatlı tatlı konuşup gülümsemesi sağlanmıştır ve hatta öyle vatandaşlığımızdan utanarak davranıyorsak yıllardır katil dediğimiz insanlar gibi ''ya sev ya terket topraklarımızı'' diyecekler diye ödüm kopuyor. Çaresiz değil kimse ama sus pus, ortalıkta hiç yanlış bir şey yokmuş gibi devam ediyorlar hayatlarına. Bunu, sakıncası yok değil mi, bayrağımız gönderinden indirilip de hiçbir şey denmediğinde yaşamadık mı?
Askerlerimiz sınırları koruma için gidiyorlar, ancak sınırlarımızda yanan ateşin çıkmasına neden olan insanlar hala kızgın kalabalık olarak tarif edildi. kendi çocuklarına acımadan vuran bu devlet teroriste terorist diyemedi.
Bireylere peşkeş çekmekten vazgeçmeyenler nasıl paralar kırıyorsa artık, kendi memleketinden gelip ülkemizi soyup soğana çeviren adamlara hiçbir şey demedikleri gibi baş tacı devam ediyorlar. çok basittir yahu, siyasetten anlamayan ben bile biliyorum: devlet bireylerden korkacak hale geliyorsa o devlet o bireyler tarafından yönetilir.
Soma, yüreklerimiz kömür karası, insanları diri diri yaktık, çocuklarını yetim bıraktık(bu söz çok tanıdık geldi), peki şimdi babalarımızı diri diri yakanlar ne yapıyor: kaldıkları yerden devam ediyorlar... Sonra bana şikayet eder Pansilvanya gibi, sanki ortaklıklarını ben yapmışım gibi. Gerçi ne öküzün öldüğüne inanıyorum ne de ortaklığın bittiğine ya hadi bakalım, bu sadece filme 10 dakika araydı. 17 aralığı anlatmaya gerek duymamış adamlardan bunların açıklanmasını istemek ne kadar komik, ben de hayalperest miyim neyim?
Hızlı yaşıyoruz, ellerine sunulmuş nur topu gibi bir kısmet vardı, verdik, karşı çıktığımız her şeye rağmen reisi cumhur olarak bugün bizimle. Hata onda değil, onları taklit etmeye çalıştığı için tüm ilkelerinden vazgeçen, saçmalığın eşiğine gelip de sosyal demokrat kimliğinden 'tıpış tıpış' faşist kimliğine gelmiştir. tek kişinin özgür iradesi artık öylesine var olan herkesin mutlak, boyun eğmesi gereken insanların yaşamak zorunda olduğu devlete dönmüştür.
biz lisede milli güvenlik hocalarına sıra gelmeden öğrenmiştik. Türkiye Cumhuriyetinde yasama, yürütme, yargı ayrıdır. güçler ayrılığı demokrasinin mihenk taşıdır. T.C. yazabildiğim için şanslı hissediyorum, korkarım bir süre sonra yazamayacağım. Artık belli bir kesim hakaret ya da aşağılamak için ''T.C.'' ifadesini kullanıyor çünkü. Güçler ayrılığı diyecek her şey anayasa mahkemesi, komutanlar, genelkurmaylar, gazeteciler ve daha kimler kimler... uydurulmuş isimler altında özgürlüklerinden men edilmediler mi, istedikleri adamlar bir şekilde görevlerinin başına gelmedi mi, tarafsız olması gereken insanlar beklemediğim kollara kollarını yakıp dolaşmadılar mı? Düğün dernek senin neyine demiyorum, ülkeyi sattınız kendi menfaatleriniz için, o giydiğiniz sıfatlara tüm bunlara nasıl acımadan yakıştırdınız diyorum. Ve korku ütopyası tam burada beni karşılıyor: ''dur bakalım tatlım, daha yeni başlıyoruz'' diyor. Kutumda büyük hissediyorum diyesim var, ateş başkalarını çağırıyor ama ben yürüyorum ateşe doğru.
Şimdi fillerin altında ezilen çimenler gibi, kimin için asker gönderiyoruz biz, hangi politikayı savunacak bizim çocuklarımız, teröriste terörist diyemeyen, uçağımız düşürüldüğünde aman ne geziyorlarmış orada diyen ruhları alınmış ruhsuzları mı? kimi koruyacak bizim evladımız, halkından korkan halk başkanından mı?Ben yoktum tüm bunlar yapılırken, katılmamıştım bile ama sen Gezi olaylarında oomaların önünde helak ettiğin gençleri Soma da seni halktan korusun diye asker diye mi çağırıyorsun?
ne desem: serçe parmağını köşe duvara çarpasın inşallah, ayağında çoraplarla ıslak zemine basasın, en sevdiğin yemeği ağzına atarken ağzını yakasın da tabak bitene kadar tat almayasın.Korunacak memleketini yalancıktan süslerken bizi 

30 Mayıs 2014 Cuma

HAYAT HER ZAMAN GÜLÜMSETMEZ

Ama seni gülümsetmeye çalışan insanlar her zaman vardır...

Türkiye MS Derneğinin kuruluşunun 25. yıl kutlamalarında tanıştım ''GülüMSeten Turne'' ile. Tabi ki face sayfalarımızdan ve derneğimizden öncesinde haberim olmuştu ancak bu etkinliği ilk gördüğüm andan itibaren aklımdaki soru ; '' tiyatro oyunuyla bizim sahip olduğumuz şey nasıl anlatılır ki? '' olmuştu.



Sıkıntılarımızı  paylaşamamak gibi bir derdimiz var çünkü anlatamıyoruz. Bizim yaşadıklarımızı göremeyenler bizi umursamaz zannediyor, öfkeli zannediyor, sarhoş zannediyor, sakat diyor,           ''aa gözün kayık senin farkında mısın'' diyor.

Hayır ben MS liyim, sizden az değilim ama bu hastalığın '' bak ben buradayım, benimle iyi geçin'' dediği yerde kendimi haksızlığa uğramış hissediyorum.




Taksim Hilton'da tanıştık kendileriyle: Hemşiremizi oynayan Dolunay Soysert, çeşitli organlarımız kılığında gördüğümüz Ferdi Akarnur ve Özgür Ozan'la birlikte gerçekten de bu sefer hastalığımızı gülüMSeyerek izledik. Artık hastalık dinlemekten bıkmış biz  MS' liler ve yakınlarımız sahip olduğumuz MS' i bu şekilde izleyerek olayın trajik boyutundan uzaklaşıp ''aa, evet ya tam da böyle hissediyorum'' dedik.


Ama bir uzman konuşmadan inanmayız biz.  Aynı oyuncularımız gibi  branşlarında son derece profesyonel olan uzmanlarımızdan da ''Şimdi ne olacak?'' sorularının yanıtlarını dinledik. Benim için en güzel tarafı da bir nörolog haricinde psikolog, beslenme ve diyet uzmanı, fizyoterapist ve sosyal güvenlik uzmanlarıyla birlikte çok çeşitli konulara değinilmesiydi. Hasta olmanın, çabuk yorulmanın, unutkan olmanın, engelli olmanın haricinde hiçbirimiz bu hayatın peşini bırakmıyorsak eğer bizim de ihtiyacımız olan şey tam olarak buydu aslında. Çünkü hayat devam ediyor; Seviyor, seviliyoruz, ailelerimiz var (ne mutlu), üretken olmaya devam etmek istiyoruz, çalışıyoruz, hala annemizin çocuğu olarak onun yanında dimdik durabilmek istiyoruz.



Bir yazar der ki ''bütün insanlar eşittir ama bazıları daha eşit''. Aynı onun dediği gibi; ''Hepimiz için bir tane olan bu hayatı herkes güzel yaşamalı ama bazıları daha güzel yaşamalı!''. Ve daha güzel yaşamamız için emek veren herkese tek tek teşekkür ediyorum: Başta Türkiye MS Derneğine, ''GülüMSeten Turne'' fikrini bulan, oyunlaştırılmasını sağlayan, oynayan, yöneten, yönlendiren, bize ulaştıran, bize sergilemeleri için fırsat yaratan herkese ama...

Unutmayın,  hayat zor ama kimileri için daha zor ve mutluluk paylaşıldıkça çoğalıyor...

19 Nisan 2014 Cumartesi

BİR TESELLİ VER


BİR TESELLİ VER

Bu hayatta cevabı bilinmeyen sorular var. Yaşlılar der ya; ‘’ yaşadıkça öğreneceksin’’ diye, yaşaya yaşaya cevabını alamayacağın sorular bunlar. En yakın arkadaşına anlatsan ‘’biliyor musun…’’  diye başlayan cümlesi aslında senin yaşayarak öğrenmiş olduğun en acı gerçek olacak; yaşam koçuna sorsan ‘’ben yalnızca bir insanım’’ diyecek; psikiyatriste sorsan ilaç yazacak.
 ‘’Neden ben?’’ sorusunun yanıtını arayarak geçecekse ömrün, bu ömrü boşu boşuna yaşayacaksın, bilesin.

Eğer kaderin düzeltebileceği bir güç olsaydı inan bana her yanlışlık düzelirdi çünkü ne Tanrı psikopatın teki ne de sen, üvey evlatsın. Sadece hayat, sandığından biraz daha acımasız.
İçine su serpecek mi bilmem ama herkes algısı kadar yaşıyor. Yani senin uzaktan beri bakıp da ‘’aman da ne güzel!’’ dediğin hayatlar, güzel yaşayacak bir insan olmadığı için çiçek açamıyor.

Özlediğine gitmezsen ‘’hasret’’ olarak kalıyor, sevdiğin seni sevmezse aşkın bir platonik hikâye, fazla özenli olursan insanlar hep duyarsız, iyiliklerinin karşılığını beklersen insanlar hep riyakâr. Sukutun altın olduğu bir memlekette ‘’içim kan ağlıyor!’’ diye bağırmak ne çare.
İçine serpilecek su, Orhan Baba’nın bile kanırta kanırta söylediği ‘’bir teselli ver!’’ şarkısındaki gibi olacaksa  bil ki, sana verilecek cevap yok aslında. O yüzden aramayı bırak, yaşamana bak.

 Hayat öyle eller havaya modunda, ağzın kulaklarında, mutluluktan kör olacağın noktada filan değil; hayat donma noktasında aslında. Onu oradan yükseltecek olan da sensin; düşürüp o şekilde donup kalmasına sebep olacak olan da. Eğer bir hayatsa yaşamak istediğin, en güzelinden, zengin olmayı beklemeyeceksin bir kere, gözlerine baktığında şükredeceğin bir eş gibi ütopik hayallerden de geç bir kalemde; insanların seni karşılıksız seveceği bir dünya bulursan da bana da haber ver ne olur, numaram aşağıda yazıyor olacak. Çok rahat bir iş, kariyer ve çocuğun aynı anda olması, sağlık sorunlarının seni hiç üzmeyeceği, anne ve babanın çok iyi anlaşacağı bir hayat; küçükkendi onlar, çizgi film izlerken vardı, artık yoook, geçti, uyandın mı?

O zaman günaydın tatlım, güneş bugün biraz daha yakıyor öyle değil mi? Ee hayat...

10 Nisan 2014 Perşembe

ALTIN KAFESTEKİ MUHABBET KUŞU

ALTIN KAFESTEKİ MUHABBET KUŞU

Bir muhabbet kuşu alırsın. Küçük al ki konuşmayı öğrensin derler. Alırsın, yavrudur daha.
Rahat etsin diye kocaman bir kafes verirsin ona; bembeyaz, şato gibi bir şeydir kafes. Bazen sen bile bakarak o kafese, hayaller kurarsın, ''oohh, ne rahat!'' dersin.
Yem alırsın doğal olarak, kolay yesin diye kabuksuz yem alırsın ama, daha pahalısından.
Suyunu yenilersin sürekli, ''aman susuz kalmasın; olur mu, sen susuz yaşayabilir misin, olmaz...''
Canı sıkılmasın diye oyuncaklar alırsın ona: zilli toplar, salıncaklar, aynalar...
Ağzı tatlansın diye ballı çubuklardan asarsın kafesine, hem daha güzel ötermiş, bülbül sanki, keyiflenince konuşurmuş bile! Şeker yiyeyn kim keyiflenmez ki, bana bir kalıp bitter çikolata versinler, at gibi kişnerim bile...
Aaa, bir de gaga taşı; tırnaklarını, gagasını törpülemesi gerekiyor. Gaga taşı almalısın, en azından as kafesine, severse o kullanır zaten.
Muhabbet kuşu aldın, o bilmez dışarda nasıl yaşanacağını ve sen onu seversen öter, ele gelir, konuşur bile; salarsın, omzuna konar, öpücük verirsin, bıyıklarına rağmen, son yediğine rağmen öper seni; saçının diplerini okşar gagasıyla, müptela olur senin ona bakışına, gitmez başkasına; bilmez ki başkasını sevmeyi...
Ve bir süre sonra öyle bir hale gelir ki camı açsan bile çıkmaz dışarı; onun için en güzel yer senin avuçlarının içidir, senin sesinin tınısıdır, senin güzel yüzün, gözlerinin içidir.
...
Bir kıza aşık olursun. Küçücüktür, şimdiye kadar hiç sevmemiştir; şimdiye kadar hiç bu kadar sevilmemiştir:
Yatakta sırtını dönse bile sarılırsın ona, kolların belini sarmaktan hiç vazgeçmez.
Hiç beklemediği anda kaçamak bir öpücük kondurursun, şşş kimse görmesin, ufak bir kıkırdama ama mutluluğu tarifsiz...
Salonunda hazırladığın şık bir sofrada, hafif karartılmış bir odada ruhuna işleyen Bülent Ortaçgil sesiyle keyifli keyifli sohbet edersin. Onun minik ve beyaz ellerinden tutarak, pamuk bedenini tutarak dansa kaldırırsın. Muhabbet kuşun ya, boynuyla omzu arasına konarsın öpücüklerinle...
Bazen hastalanır, bu dünya hep böyle gitmez ya: yatırırsın onu güzelce, yemekler yapar, ellerinle yedirirsin. Boğazı çok şişmiş, yutamaz diye ilaçlarını suya damlatır içirirsin.Ne kadar şefkatlisin; karnı ağrısa avuçlarının içine alırsın karnını; şefkatinden mi sıcaklığından mı bilinmez ama ne ağrı kalır, ne sızı...
Öyle sevilir ki o yürek, minik bir kız çocuğu değildir artık; asi, gürültücü, anlamsız, sinirli değildir.
Şevgi dolu bir yürek artık onundur, gülümseyişin onun için cennet bahçesi, susuşun hiç bir zaman kötü değil, sana sokulmak için bir fırsat, dudaklarına değmek için bir sebep, seni seyrederek huzura ermek için bir bahane...
...
Muhabbet kuşunu salamazsın o saatten sonra, bırakamazsın onu dışarda yaşasın diye. Yağmurdan, ağzına layık yemlerden, senin onu naif gören ''şirin''lerden, ''aşkım''lardan mahrum edemezsin onu, ölür, yaşar dediğin bile 5 ay yaşadı, korkarım çok da kötü bir 5 aydı onun için...
...
Şimdi o kız çocuğunu sevmekten vazgeçemezsin; gülüşünün sıcaklığını, dokunuşların sihrini öğrettikten sonra kalbinin en derinini vermekten vazgeçemezsin. Artık olmaz, bilmez ki, yağmuru fırtınayı, şefkatsiz, merhametsiz bir dünyada yaşamayı!
...

Küçük bir kız çocuğu seveceksen ya da bir muhabbet kuşu alacaksan, ne pencereyi açıp aptallığı yüzünden çıkmasına izin vereceksin ne de onu terkedeceksin, olmaz!

9 Nisan 2014 Çarşamba

ÖNÜNE BAKIP YAN YAN YÜRÜMEK

ÖNÜNE BAKIP YAN YAN YÜRÜMEK

Yengeç kadını olmak zor zanaat, hem artistik debriyajların olacak,  hem de kalbinin davullu zurnalı eğlencesine ses etmeyeceksin...
Sana ''ayy her şeye de ağlıyor'' demesinler diye göz pınarlarının ucunda duran yaşları her içinden geldiği zaman akıtmayacaksın mesela.
Yengeç kadınıysan zarif olacaksın, duyguların yüzündeki mimiklere hükmetmeyecek, sen onlara hükmedeceksin. Atamızın da dediği gibi asilliğin, akan kanda gizli olduğunu bileceksin.
 Gizli, çünkü bir yengeçsen sen, erkek ya da kadın ol kendini istemediğin zamanlarda saklayacaksın. Sadece kendini mi; ruhunu, bakışlarını, hissettiklerini. ..'' Görünmez adam'' filmi vardı ya, ben bir yengeç kadını olarak istediğim zamanlarda görünmez adam da olabiliyorum mesela. Bir yengeç kadını olarak büyücü müyüm acaba?
Büyücü filan değilim; aklım çıkar yanlış bir iş yapmaktan, hak yemekten, haksızlık etmekten, günah işlemekten, başkasını üzecek işler yapmaktan!
Yıllardır dinleriz ya: duygusaldır yengeçler, romantiktir. Yıllardır dedim ki '' aa hiç yengecin özelliklerini taşımıyorum''. Meğer kavramlar yanlış anlaşılıyormuş. Erkek arkadaşıma atkı örüp boyunu kendi boyumda saçaklarını ellerimin boyunda yaptığım zaman anladım; ilk içtiğim şarabın şişesinden şamdan yaptığımda; anneme anneler gününde yastığının yanına onu ağlatacak bir mektup bıraktığımda anladım. Yengeç ya da kadın, yok yok, yengeç kadını; duyarlıdır, hassastır, her şeyin farkındadır, karşısında duran insanın gözlerine baktığında yüreğini görür.
 İmkânı olsa elinde gül yaprakları olan bir sepetle dolaşır ve gül serper sevdiklerinin yoluna. Sihirli bir değneği olsa insan, canlı ayırmaksızın herkes nasibini alır o değneğin mucizelerinden. Bazen bir şeyi çok tekrar etmesinin sebebi budur aslında: ''burada güzel bir şey var sakın kaçırma olur mu?''.
Yengeç kadını demek saçma sapan bir dizide bile anne oğluna sarıldığında duygulanmak demektir, ana haberdeki haksızlıkları izlerken içinin ezilmesi demektir. Tartışma programlarında gazetecilerin heybetli sohbetlerinde gaza gelip heyecanlanması demektir. Büyükleri özellikle farklı şeyleri anlatanları hayranlıkla dinlemektir. Pamuk teyzeler hoşlanır diye ellerinden öpmek, ilk defa misafir gittiği bir evde mutfağa girip su isteyen misafire su getirmek, kolları sıvayıp bulaşık yıkamak demektir.
Yengeç kadını hastalıktan bir şey yapamayacak hale geldiyse '' hastayım'' der. Ya biri zamanından fedakarlık edip ona zaman harcarsa, hii aklı çıkar!
Kırk yamayı icat eden de bence yengeç kadınıdır çünkü bulup buluşturmak, uydurmak ve onları yakıştırmak yengeç kadınının harcıdır. Çünkü yengeç kadını kendini güvende hissetmek ister. Çocukluğunda bile ihtiyacı yoksa bayramlık almamıştır mesela.
Hiç sevmediği bir şeyi tövbe giymez, yemez de ama bakın yengeç kadınlarının ellerine; mutlaka bir ''ben'' görürsünüz. Ee ne demişler; elinde beni olanın yemekleri leziz olur.
Eli hem lezizdir, hem bereketli çünkü yengeç kadını büyük ve kalabalık sofra sever. Tüm sevdikleriyle en kalabalık sofralarda olmalıdır mutlaka. En kalabalık menü, en kalabalık sohbet, en kalabalık kahkaha.
O zaman ilk söylememiz gerekeni son söylemiş olalım: Yengeç kadını '' aile'' dir aslında.
Aile dediğin anne, baba, kardeştir belki sizin gözünüzde ama bir yengeç kadını için annesi, babası, kardeşi, eşi, tüm bunlardan önce çocuğu, dostları, komşuları, marketteki çırağı, her gün bindiği minibüsün şoförü, odasını temizleyen, çayını getiren çaycı ablası,
askermişçesine sevdiği milleti, vatanı, yurdu. Kalp deyip geçmeyin; bir yengeç kadının kalbi dünyaların sınırsız sevgisini içinde taşıyacak bir anne kucağı kadar büyüktür.
Bir yengeç kadının tarifi annenin tarifidir aslında ve ailesine zarar vermeyecek herkesi çok sever öyle sever ki gözünün gördüğüne inanamazsın!


5 Nisan 2014 Cumartesi

BİR ''YANGIN YERİ'' HİKAYESİ







BİR “KÜLHANBEYİ MÜZİKALİ”
Dün akşam Yunus Emre Kültür Merkezinde Külhanbeyi Müzikali oyunundaydım.
 Osmanlı İmparatorluğunun son demleri. II. Abdülhamit sarayda; yani yangın derinde… Gelişime ve ilerlemeye kapalı istibdat döneminin toplum üzerindeki baskısının şiddetle hissedildiği bir dönem…
Çürümüş devlet zihniyetinin bugün gibi gerçek olması sizi çok üzecek bir olay iken, eğlenceli anlatımı, oyunculukları, müzikleriyle ve danslarıyla göz pınarınızın köşesinde duran damlayı durdurmayı başarıyor(kalbiniz acımaktan vaz geçer mi bilmem, benim ki geçmedi...).
Bazı etkinliklerde hissederseniz bunu, geçen haftada sokak tiyatrosu festivalinde hissettiğim gibi, aslında anlatılan eski döneme ait olaylardır, sözler onlarca yıl öncesinin sözleridir, atıf yoktur, ima yoktur. Ancak siz yine de ''bak, eskiden de böyleymiş'' demezsiniz. Sanki bugünü yaşıyormuşcasına ''evet ya, tam olarak yaşadığımız bu'' dersiniz, sanki bir atıf ya da ima varmış gibi. Tiyatronun gizemi tam olarak da burada sanırım, koltuğunda gevşek gevşek oturanların oyun sonunda görülmeyen bir sopayla dürtülmesi gibi garip bir rahatsızlık hissedersiniz, derinlerden gelen...
Oyunu izlerken, şimdi ne olacak merakıyla hep yeni sahneyi merak edeceksiniz, oyuncularımızı seyrederken ''yahu bir oyuncunun her şeyi mi güzel olur: oyunculuğu, inandırıcılığı, sesi, dansı... '' diyeceksiniz; orkestra için ''aslında onlar da oyuncu, bak enstrümanlarıyla görünmeyen perdenin arkasından nasıl da oyunla uyumlular'' diye aklınızdan geçireceksiniz; oyun içindeki güzel sürprizler için yönetmeni tekrar tekrar tebrik edeceksiniz...
İtiraf etmek gerekirse ''yangın yeri'' olan yüreklerimize su serpmiyor bu oyun, yüreğinizi daha çok yakmak için, bizlere yazılmış her repliği dinlemeli, her şarkıya dahil olmalıyız. Bu yüzden Yunus Emre Kültür Merkezinde ''Külhanbeyi Müzikali''ni izlemek için sıralarımıza oturmalıyız. Bu hayatta uzun bir süre ilkokul, okumayı yeni öğrenmiş öğrenci gibi koltuklarımızda kalacağız madem, sanatçılarımızdan öğreneceğimiz daha çok şey var. İyi seyirler.
...
Buraya kadar anlattıklarımdan sonra sizinle şu anımı da paylaşmalıyım:
Yıl 1993, ben 12 yaşında bir kız çocuğu, tiyatro kursuna başlamışım, tutkulu değil ama heyecanlıyım. Kursumuzda iki tane gencimiz var, ikisi de Mimar Sinan Tiyatro bölümü için hazırlanıyor, kız olan benim rol modelim, adı Defne. Tüm tiradlarını ezbere biliyorum, tiradların kitaplarını aldım o yazarları okuyorum, tiradları evde aynı Defne'nin yaptığı gibi canlandırmaya çalışıyorum, dedim ya heyecanlıyım çocuk kalbimle...
Yıl 2014, ben 32 yaşında bir kadınım, rehber öğretmenim, bir öğretmen arkadaşım ve öğrencileriyle tiyatroya gidiyoruz. Sahnede Deli Behiye, tulumbacılar arasındaki tek kadın olduğu için Behiye (ve aynı sebepten dolayı deli): benim yıllar öncesinde, 20 yıl kadar önce, yine seyrettiğim, çığlık kıyamet alkışladığım Defne, Defne Şener Günay. Beni çok net hatırlamamasına rağmen bana sımsıkı sarılmasıyla, o günlerimin ne kadar güzel günler olduğunu bir kere daha hatırladım. Benim gözlerimin içi gülüyordu evet çünkü ben zaten ona dair çok güzel şeyler hatırlıyordum.Ama onun da gözlerinin içi gülerek, sıcacık sesiyle ''iyi ki geldin'' demesi uzun bir süre yüzümdeki gülümsemeyi durdurmayacak sanırım...



14 Şubat 2014 Cuma

BEN SENİN VERMEN GEREKEN CEVAPLARA SORUYORUM:  NEDEN?

Bana hep, neden öyle davrandığını bilmediğim insanların neden öyle davrandığı soruldu. Bilmiyorum ki ben, hem onlara ulaşabilseydim derdim onlara ‘’davranmayın böyle, içim acıyor’’ diye.
İçim acıyor. Onlar fütursuzca öyle davranıyor ama ben üzülüyorum;  soluksuz olan ben, nedensiz olan ben, soruları kar gibi diz boyu olana ama cevabı olmayan ben...
Minibüste bir insan vardır: nereye çarptığını bilmeden langır lungur geçer yanınızdan ve şiddetli bir şekilde dizinize çarpar (ezseydi bari) oysa dizinizin yarası vardır, dokundukça canı yanar, dokunulduğunda sen yarattığın acıyı bilmezsin. İşte onlar da öyle. Hayatına dokunuyor da bilmiyor nasıl can yaktığını, sende neler bıraktığını. Bu acı yetmiyormuş gibi bir de senin cevaplaman gereken sorular bana soruluyor: ‘’Hiç aramıyor mu?,  Neden?,  Nasıl insan dayanır ki?, Hiç üzülmüyor mu?’’.
Bilmem; aramak istemiştir belki arayamamıştır; vardır illaki bir sebebi; dayanamıyordur aslında da cesaret edemiyordur;  üzülüyordur, en az benim kadar.
Ya tersiyse: bilmem; hiç aramadı; bir sebebi yok kendi böyle istedi; dayanıyor, benim gibi değil; yok üzülmüyor, aklına bile gelmiyormuşum!
Senin cevap vermen gereken soruların arkasında duramıyorum artık, bana verdiğin acı haddinden fazla zaten, bacaklarım titriyor, direnemiyorum, hep haklı çıkarmak istiyorum seni ama yapamıyorum artık, beni bu kadar yalnız bıraktığın için haksızsın çünkü çok hem de. Bu dünyada hiç kimse bu kadar dert içinde bırakılmaz çünkü hayat hem güzel değil hem de kendini sevdirmek için hiç bir şey yapmıyor. Bu çabasız dünyada sen ben çabalamazsak nasıl yaşanılır ki?

Gel, gelişin bile bir cevap olacaktır aslında, insanların karşısında bir dur şöyle; ‘’evet ne sormuştunuz’’ de, biliyorum ki hiçbir şey sormayacaklar sana, varlığın bile yetecek, aynı bana yeteceği gibi. Yalnızlık değil benimki; umutsuzluk, nefret değil, sevmek benimki, çok sevmek hem de...